Adım adım Karadeniz turu (1)
İnternethaber seyahat uzmanı ve tatilin ayaklı google'u Alper Tekbaş, adım adım arşınladığı Karadeniz gezisini kaleme aldı...
Uzun zamandır uçakla gidip geldiğim tatil
yörelerine bir nokta koyup çoktur buram buram burnumda tüten
Karadeniz'e bu kez kara yolculuğuyla seyahate karar verdim.
Kültür turları deyince ilk akla gelen köklü firmalardan İrem Tur
Kültür Müdürü dostum Yakup Yılmaz'ı arayarak
rezervasyonu yaptırmamla yola çıkmam bir oldu. 3 Temmuz Cumartesi
akşamı Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin önünden saat 23.00'de
bindiğim ve yaklaşık 3 bin 400 kilometre sürecek olan yolculuk
serüvenim böylece başlamış oldu. Otobüsün kapısında beni karşılayan
dost insan Sait Bayram oldu.Bana ayrılan koltuğu
yerleştirdiğimde uzun yolların tecrübeli kaptanı Bilal
Çalışkan'la kısa süreli sohbetten sonra aracımız
İstanbul'dan hareket ederek TEM yoluna girmişti bile...
DÜZCE'DE SESLİ DÜŞÜNEN GARSON
Seyahatimizin ilk etabında Düzce ile Bolu arasında Tursan
tesislerinde mola verdik. Uykusuzluğumu gidermek için gittiğim
lokantada garsona bir çay ısmarladım. Ben çayımı yudumlarken
yanımda belirli belirsiz mırıldanan garson dikkatimi çekince ona
döndüm ve ne konuştuğunu sorduğumda verdiği yanıt ilginçti:
Hiç kendi kendime konuşuyorum işte!
Aldığım cevap karşısında bir an tereddüt ettikten sonra ona usulca,
kendi kendine konuşmanın düşünceyi geliştireceğini salık vererek
otobüse hareket ettim. Son yolcunun da otobüse binmesinin ardından
kapıları kapatan Bilal Kaptan, gaza basarak yola devam etti.
OSMANCIK'TA SABAH KAHVALTISI
Yolcuların kimi hemen uyurken bazıları bir sağa bir sağa dönerek
bir parça uyuyabilmenin derdine düştü birkaç kişi de inadına gece
boyunca yolu seyretmesi yorgun gözlerimden kaçmıyordu. Sabah güneşi
bizi Çorum'un Osmancık ilçesinde karşıladı. Girdiğimiz tesislerde
güzelim ezogelin çorbası ve ardından içilen bir bardak demli çay
beni kendime getirmeye yetmişti bile. Osmancık'ın ardından doğanın
bereketli davrandığı Suluova'nın ardından Amasya'ya vardık.
Anadolu’nun kadim kentlerinden Amasya'nın güzelliği karşısında
uykudan ve yorgunluktan eser kalmadı dersek abartmış olmayız.
FERHAT BİR ZAMANLAR DELMİŞ DİYORLAR
Yolculuğumuzun ilk kültür durağı Ferhat ile Şirin efsanesine konu
olan aslında Doğu Roma imparatorluğunun su kanallarında gezerek
başladık. Güneş iyiden iyiye etkisini arttırmaya başladığı sabahın
bu saatlerinde bir zamanlar Orhan Gencebay'ın unutulmaz
parçalarından olan "Ferhat bir zamanlar delmiş diyorlar,
dağ bir değil delemeyiz" mısralarını birden mırıldanırken
buldum kendimi. Buralarda dolaşırken Ferhat'ın dağları delip
delmediğinin çok da öneminin olmadığı asıl olanın efsanenin çağları
delerek günümüze ulaştığını düşünerek otobüsteki yerimi aldım.
Şehzadelere ev sahipliği yapmış Amasya'da sırasıyla II.
Beyazıt Külliyesi, Saat Kulesi, Arkeoloji ve Etnografya
Müzesi, Burma Minareli Camii'ne göz atarak yolumuza devam
ettik.
TÜRK İSLAM KÜLTÜRÜNDE SIRA DIŞI BİR MÜZE
Birbirinden ilginç yapıların yer aldığı Amasya Etnografya
Müzesi'nde en ilgi çekici bölümlerden birisinin de Mumyalar
Müzesi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Müslümanlığa
geçerek 14. yy’da hüküm sürmüş Moğol kökenli İlhanlı dönemi
şahsiyetlerinden Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar, Amasya Emiri
İşbuğa Noyin, İzzettin Mehmet Pervane Bey, hanımı, erkek ve kız
çocuklarına ait mumyalar Amasya Müzesinde teşhir ediliyor. Normalde
Türk İslam inancında pek rastlanılmayan mumyalama bir
diğer deyişle tahnit adeti belki de bu özelliğiyle
dünyada tek olma özelliğini koruduğunu belirtelim.
SU MEDENİYETİNE YAKIŞMAYAN BİR TABLO!
Müzeden çıkarak yol boyunca yürürken bir parça göz atma niyetiyle
çay içme imkanı bulduğumuz Bimarhane ve Darüş-şifa'nın bunaltıcı
sıcaklardaki serinliği ve dinginliği yorgunluğumuzu bir nebze
giderdi. Kafilemizde bulunan bir çiftin görevlilerle tartışmasına
kulak kesildiğimde duyduğum şeyler bir zamanların su medeniyeti
olarak nitelendirilen Türklerin torunlarına hiç yakışmayan bir
tabloyu ortaya koyuyordu. Evli çift kullandıkları tuvalette sabun
bulunmamasına adeta isyan ediyor daha garibi ise konuştukları
görevliler deyiş yerindeyse topu birbirine atıyordu...
ATATÜRK İLE SAİD-İ NURSİ YANYANA
Geleneksel Türk mimarisinin günümüze ulaşabilmiş en canlı
örneklerinden Hazeranlar Konağı, geçmişteki ev yaşamıyla ilgili pek
çok ayrıntıyı gözler önüne serer nitelikte. Hazeranlar Konağı'na
girişinde sıralanan hediyelik eşya dükkanlarından birinde satışa
sunulan Atatürk ile Said-i Nursi portrelerinin yan yana konulması
ilginç bir tesadüfü oluşturuyordu...
AMASYA'YA VEDA SAMSUN'A MERHABA
Yeşilırmak'ta muhteşem geleneksel Türk konaklarına göz atarak
geçtiğimiz zarif bir köprüden sonra otobüsümüze binerek Havza
üzerinden Kurtuluş Savaşı'nın başkenti Samsun'a ulaştık. Kentin en
kalabalık meydanında bulunan Atatürk heykelinde topluca fotoğraf
çektirdikten sonra Samsun Etnografya Müzesi'nin serin ve loş
salonlarında kısa bir ziyaret gerçekleştirdik.
BANDIRMA VAPURU: ASLI GİBİDİR
Müzenin ardında kısa bir otobüs yolculuğunda şehrin kıyısında
bulunan parkta sergilenen Bandırma vapuru tarih kitaplarında
gördüğümüz aslıyla hiçbir farkı yoktu. Güneşin tam anlamıyla
hakimiyetini kurduğu öğle sıcağında bu şirin vapurun önce
güvertesine ardından odalarına göz atarak kısa bir gezinti yaptık.
Bandırma gemisinde her daim Atatürk'ün sevdiği şarkıların çalınıyor
olması güzel bir uygulamayı ortaya koyuyordu.
KARADENİZ KENDİNİ GÖSTERİYOR
Samsun'dan bunaltıcı sıcağından otobüsümüzün klimalı ortamına
kendimizi atarak yolculuğa devam ediyoruz. Artık Karadeniz yavaş
yavaş yeşilliği ve dereleri ile kendisini hissettirmeye başlıyor.
Sırasıyla Terme, Ünye ve Fatsa'nın ardından Ordu'nun küçük olduğu
kadar şirin ilçesi olan Perşembe'ye merhaba diyoruz. Perşembe'de
Dedeler Evi Oteli'nin güleç yüzlü personeli bizi karşılıyor.
Bagajdan çıkardığımız bavulları otele yerleştirdikten sonra
duşumuzu alarak akşam yemeği için restauranta iniyoruz.
KÖTÜ AŞÇI ONU MESLEK SAHİBİ YAPTI!
Dedeevi Oteli'nde yediğimiz birbirinden ilginç yemekler dikkatimizi
çekiyor. Otelin işletmecisi Yavuz Tebeci'yle
görüşme isteğimize anında olumlu yanıt alıyoruz. Aslen Samsun'lu
olan Tebeci, aslında işletmeci olduğunu ancak belli bir zaman
kaprisli aşçılarla çalıştığını söylüyor. Aşçılıkta iyice ustalaşan
Yavuz ustaya kulak veriyoruz, "Aşçının iyisine denk gelmek
şans işi. Adam meslekte çok iyi ancak o sorumluluğu taşıyamıyor.
Burada turizme hizmet ediyor. Kimi zaman erken kalkmak, kimi zaman
gece geç saatlere kadar çalışmak icap ediyor. Çoğu bu işe
yanaşmıyor ve kapris yapıyor" Öteden beri aşçılığa meraklı
olduğunu belirten Yavuz Tebeci, kendisini bir anda mutfakta
buluyor. Bu işe ruhunu ve beynini veren Tebeci, bu sınavdan kısa
zamanda usta bir aşçı olarak çıkıyor.
KARADENİZ FELAKETLERLE ANILMASIN!
Merkezi ısıtma, bahçe, tv odası, oyun odası, internet bağlantısı,
çamaşırhane, ütü, kuru temizleme, resepsiyonda kasa, market, 24
saat oda servisi, jeneratör, telefonla doktor, ücretsiz otopark
hizmeti veren Dedeler Evi Oteli'nde Yavuz ustanın kendi elleriyle
pişirdiği Melevcan, Pazı, Hoşkıran, Galdirik, Laz patlıcanı gibi
bölgeye has yemeklerin lezzeti gerçekten damakta bir başka tad
bırakıyor. Medyaya özellikle çağrı yapan Yavuz Usta, bölgede
yaşanan sel ve doğal afetlerde kullanılan dilin abartılmamasını
rica ediyor. Yavuz usta, "Abartılı verilen haberler bölge
turizmine darbe vuruyor" diye konuşuyor...
YAVRU CEYLANI BIRAK BOZTEPE’YE BAK!
Ertesi sabah Perşembe’nin biblo gibi otelinde alınan açık büfe
kahvaltısının ardından Ordu’ya yaklaşıyoruz. Otobüsümüzle kent
merkezinin 475 metre yükseklikteki Boztepe’ye tırmanırken
rehberimiz Sait Bayram’ın muzipliği ile karşılaşıyoruz.
Boztepe’deki son düzlüğe çıktığımız esnada sevgili Sait bizi
soldaki ormanlık alanı göstererek dikkatli bakışla ceylan
yavrularını görebileceğimizi söylüyor. Halbuki ortada ceylan falan
yok! Bu güzelliği kaçırmamak isteyen kafilemiz rehberimizin aniden
‘şimdi sağa bakın’ sesiyle irkiliyor. Aman Tanrım!
O da ne? Bir kentin harita gibi gözüktüğü bir başka yer var mı
gerçekten bilemiyorum. Burada gördüğümüz manzara anlatılmaz;
yaşanır. Boztepe’de denize doğru keyif çaylarımızı yudumlamamızın
ardından yeniden yola koyuluyoruz. Şimdiki rotamız Harşit Vadisi
üzerinden hayal gücümüzü süslendirecek bir doğa harikası: Karaca
Mağarası…
KOŞAR ADIM GİDEN DERELERE KELEPÇE!
Yol boyunca Eynesil Kalesi’ni görüp şarkılara konu olan Gelivera
Deresi’ni geçerek Harşit Vadisi’ne giriş yapıyoruz. Yol boyunca
adeta koşar adım denize ulaşmaya çalışan derelerin üzerine vurulan
kelepçe misali termik santralarını görünce içimiz burkuluyor.
Burası hala çevrecilerin sıklıkla protestolarına yol açan yerler.
Otobüsümüz yükseklik korkusu olanların camdan bakamadığı ve
tüylerimizi ürperten yüksekliklerden ve keskin virajlardan bir
gelin edasıyla süzülerek önce Kürtün ardından Gümüşhane’nin Torul
ilçesine ulaşıyor. Bir zaman sonra yeniden tırmanışa geçerek
1980’lerde KTÜ’de okuyan bir öğrencinin keşfettiği ve ardından
turizme açılan sarkıt ve dikitleriyle bir doğa harikası olan Karaca
Mağarası’na geliyoruz.
AVATAR FİLMİYLE YARIŞACAK BİR MAĞARA
Otobüsümüzün bizi bıraktığı yerden kısa süren bir yürüyüşün
ardından Karaca Mağarası’nın mağarasından içeri giriyoruz. İçeri
girdiğimiz kendimizi apayrı bir dünyaya gelmiş gibi hissediyoruz.
Karaca mağarasının serinliklerinde ilerlerken gördüğümüz manzara
uzun zaman hafızalarımızdan silinmeyecek gibi. Mağara yetkilisi
‘herkesi kendi hayaliyle baş başa bırakıyorum’ sözü ne kadar
gerçekçi! Ben geçtiğimiz sezon hasılat rekorları kıran Avatar
filminin geçtiği yerlerle bu mağara arasında doğrudan bir ilişki
kuruyorum. Rehberimizin dediği gibi herkesin hayali kendine!
İKLİMLERİ BİRBİRİNDEN AYIRAN BİR TÜNEL!
Mağaradaki muhteşem manzaranın etkisini ve serinliğini
üzerimizde hissederek yeniden otobüse binerek Zigana Geçidi’ne
hareket ediyoruz. Zigana’da geçtiğimiz tünel hem bölgeyi, hem de
iklimi birbirinden ayırıyor. Çorak ve kayalık Gümüşhane
sırtlarından girdiğimiz tünelin öteki ucundaki alabildiğine gür
ormanlık ve yeşil bir bitki örtüsü bizi karşılıyor. Rehberimiz Sait
Bayram bu esnada devreye giriyor ve senenin bazı mevsimlerinde
tünelin Gümüşhane ucunda kar yağarken Maçka tarafında güneş
açtığını söylüyor. Kısa zaman sonra Hamsi köyü yakınlarında bulunan
Kardak Restaurant’ta öğle yemeğimiz yiyoruz. Yediğimiz taze etlerin
ardından bölgeye has yapılan fırında sütlacın lezzeti unutulur gibi
değil.
SİSLER İÇİNDE BİR GELİN: SÜMELA MANASTIRI
Otobüsümüz Zigana Geçidi’nden süzüle süzüle Maçka’ya iniyor.
Maçka’dan meraklı bakışlarla etrafı seyredere geçiyor ve
Altındere Milli Parkı’na varıyoruz. Altındere parkı içine
girdiğimizde yeşilin her tonunu görüp aynı yeşilliğe Sümela’dan
bakma fırsatını bulamıyoruz. Zira günün bu saatlerinde Sümela’nın
üstüne çöken sis bize bu fırsatı vermiyor. Ancak yine de sisler
içinde bizi karşılayan Sümela bu haliyle de oldukça mistik ve
görkemli. 1250 metre yükseklikte Sümela manastırının içinde bulunan
kayanın oyularak inşa edilmiş olan tarihi kilisenin duvar ve
tabanlarının günümüze ulaşan freskleri hala etkileyici ve
büyüleyici…
DÖRT DÖRTLÜK BİR OTEL: BÜYÜK SÜMELA
Sümela’da bulunan Ayazma, Kaya Kilisesi, Su Kemerleri ve Kaya
fresklerini gezdikten sonra Maçka’da bulunan dört dörtlük otele
yerleşiyoruz. Hotel Büyük Sümela gerek aile işletmeciliğinin
getirdiği sıcaklıkla, tecrübeli ve gerekse güler yüzlü
personeli ile tarihi ve doğanın keyfini davet eder nitelikte.
Yorgunluğumuzu aldığımız duşlarla attıktan sonra indiğimiz otelin
restaurantındaki yemek zenginliği büyük kentlerin büyük otelleriyle
yarışır nitelikte olduğu dikkatlerden kaçmıyor…
FIRTINA DERESİ’NERÜZGAR GİBİ GİRİYORUZ
Büyük Sümela Oteli’nde aldığımız iştahlı bir kahvaltısının
ardından sırasıyla Yomra, Arsin, araklı, Sürmene, Of, Güneyce ve
İkizdere üzerinden ilk durağımız çayın başkenti Rize’ye varıyoruz.
Rize’yi geçerek Çayeli’ne varıyor ve meşhur Rize bezlerinin
üretildiği atölyeye; Kurular Rize Bezleri’nde alış veriş molası
veriyoruz. İşletmenin sahiplerinden genç tekstil mühendisi İlyas
Kuru, geçmişten günümüze Rize bezi hakkında bizi bilgilendiriyor.
Alışverişimizi yaptıktan sonra Fırtına vadisine deyiş yerindeyse
bir rüzgar gibi giriş yapıyoruz.
KIRMIZI BENEKLİ ALABALIK YEMENİN LEZZETİ
Uzun bir yolculuğun ardından midemizde alarm zilleri çalarken
imdadımıza Fırtına deresinin kenarında kurulan Pınar Alabalık
Tesisleri yetişiyor. Deniz ürünlerini dere ürünlerine tercih
ettiğimi iyi bilen meslektaşım Sait bana kırmızı balığı şiddet ve
hararetle tavsiye ediyor. Tüm isteksizliğime rağmen dost hatırına
bırakın çiğ tavuğu çiğ balık bile yiyeceğimi bilen Sait kısa
zamanda muradına eriyor ve masama gelen balığa gayet isteksiz
çatalımı batırıyorum. Balığı ağzıma götürdüğümde böylesi bir
lezzeti daha önce nasıl olup da tatmadığıma pişman oluyorum.
Ağzımda dağılan kırmızı benekli alabalığın eşsiz tadı beni kısa
zamanda ikinci bir siparişi vermeme yol açıyor. Balığın ardından
aynı iştahla muhlama yemem ise işin cabası…
Not: Samsun'dan Sarp'a, Sarp'tan Sinop'a olan büyülü Karadeniz
yolculuğun ikinci bölümünü yarın anlatacağım...