BIST 9.673
DOLAR 35,16
EURO 36,58
ALTIN 2.959,13
HABER /  GÜNCEL

Abdullah Gül'den flaş açıklama

Irak Savaşı'nın patlak verdiği dönemde Başbakanlık koltuğuna oturdu. Ardından Dışişleri görevini devraldı. Abdullah Gül, yaşadığı gerilim dolu günleri Aksiyon'a anlattı.

Abone ol

Türkiye dış politika konularında önemli virajları tek tek geçiyor. Kıbrıs, Irak, Avrupa Birliği ve Filistin meselesinde tabular yıkılıyor ve son yılların en cesaretli kararları alınıyor. Türkiye, aralık ayında AB’den müzakere tarihi alırsa belki de Cumhuriyet tarihin en önemli diplomatik başarısına imza atmış olacak. Gerek iç dinamiklerin gerekse dış baskıların etkisine girmeden dış politika gemisini limana yanaştırmayı başaran kişi ise Dışişleri Bakanı Abdullah Gül oldu. “Kutsal Kıbrıs Davasında”, “Irak Cehenneminde” ve “AB hayalinde” Türkiye’ye önemli adımlar attıran Abdullah Gül’e yaşadığı gerilim dolu günleri sorduk. -Sırrı bir türlü çözülemeyen sorudan başlayalım: Abdullah Gül’ün saçlarını kim ağarttı? Irak Tezkeresi’nin oylandığı hafta saçlarınızın bir anda beyazladığı doğru mu? (Gülüyor.) Yoksa beyaz saçlarla yakışıklı değil miyim? Evet, saçlarım dış politika konuları kadar konuşuldu bir ara. Irak Savaşı’nda saçlarımın bir anda beyazladığına dair konuşulanları ben de duyuyorum. Gerçeği açıklayayım; saçlarım doğal seyrinde beyazladı. Artık genç siyasetçi dönemimiz bitti. 40’lı yaşları bitirmek üzereyiz. Tezkere dönemi çok ama çok zordu. Kabusu andırıyordu ama bu beyazlar benim beyazlarım; kriz beyazları değil. -Tezkere ve Irak Savaşı kabusu andırıyordu diyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda “Oh be, atlattık o günleri” dediğiniz oluyor mu? Olmaz olur mu? Türk siyasi yaşamının belli başlı kriz günlerindendi o günler. Başbakanlığım döneminde problemler öylesine üst üste geldi ki en küçük bir yanlış ülkeyi uzun yıllar kaosa sürükleyebilirdi. Siyasi krizler büyümüş, önümüze yığılmıştı. Ülkenin iç meseleleri dağ gibi dururken Irak krizi, tezkere krizi çıkmış, Türk Amerikan ilişkileri gerginleşmişti. Asıl önemlisi uyum yasalarını çıkmamız, AB’den müzakere tarihi almamız gerekiyordu. Genel başkanımız yurtdışında görüşmeler yaparken ben başbakan olarak Türkiye’de uyum yasalarını ve Irak görüşmelerini ayarlamaya çalışıyordum. Çekilen sıkıntıları tarif etmek çok zor. -Biz yine de sıkıntıları tarif etmeye kalkışalım. Yeni bir iktidar olarak içinizde “Bu dönem bitmez, Türkiye batar” korkusu var mıydı ve parti içinde çatlak sesler sizi rahatsız ediyor muydu? Böyle bir dönemde her şey alabora olabilirdi. Ekonomik kırılganlıklar, dış gelişmelere açıklık bizi korkutuyordu. Düşünün bir de o dönemdeki kıyamet tellallığını. Herkes Amerika’nın bizi nasıl cezalandıracağını konuşuyordu. Tarihi bir sorumluluk aldık. Halkın yüzde 95’i Irak Savaşı’na karşı çıkıyordu, bu ortamdan milletvekillerimiz etkilendi. Ben o dönemlerde hep aynı şeyi söyledim: Ben ne şeyhim, ne kralım; ben demokratik bir seçimle gelmişim. Amerikan televizyonları bana, halkınızın yüzde 95’inin karşı olduğu bir savaşta kararınız ne diye soruyordu. Biz ise, milletvekillerimize baskı yapmadık. İradenizi kullanın dedik. Tam bir demokrasi dersi verdik. Artıları eksileri anlattık, siyasi sorumluluğumuzu anlattık. Ekonomik tedbirleri aldık ve gerçek bir başarı gösterdik. Ekonomik tedbirler alınmasaydı bütün Türkiye’nin yaşamı fakirleşirdi. AK Parti’yi zora sokmak isteyenlere bulunmaz fırsattı. Irak Savaşı’na karşı olanların bir kısmının amacı AK Parti’yi bölmekti. Felaketten kâr çıkarmaya çalışanlar vardı. Tayyip Bey’in Avrupa’da gösterdiği performans, bizim yurtiçindeki çalışmalarımız... Bunlar az şey değil. Ne döviz yükseldi, ne siyasi kriz çıktı. Avrupa ile müzakere yapıyor, uyum kanunlarını çıkartıyor, bir yandan da ülkeyi ayakta tutmaya çalışıyorduk. -Bugünün Irak’ı tam bir cehennem. Savaştan önce bu durumu Amerikalıların tasavvur edemediği kesin; peki ya dönemin Türk başbakanı olarak Abdullah Gül, bugünkü Irak’ı tahmin edebiliyor muydu? Elbette tahmin ediyorduk. Biz bu bölgeleri iyi biliriz. Danışmanlarımızın, askerlerimizin, diplomatlarımızın, siyasetçilerin, aydınların görüşlerini de biliyorsunuz. Pandora’nın kutusunu açtırmayın diyorduk. Irak küçük bir Ortadoğu’dur. Irak’ın yapısını değiştirirseniz ortaya çatışma çıkar, Filistin’den beter olur diyorduk. Biz biliyorduk Saddam’ın, ordusunun, ülkesinin durumunu. Irak Ordusu bıkmıştı savaşmaktan. Orduyu tamamen dağıtma, sistemi dağıtma gibi yanlışlıklar yaptı Saddam. -Irak’ın geleceğini tahmin eden birisi olarak, bu düşüncelerinizi Saddam’la paylaştınız mı? Kürşat Tüzmen, Irak Savaşı öncesinde Saddam’la görüştü. Ben de bir mektup gönderdim, “Yeni bir savaşın mesulü olacaksın” dedim. BM kararlarına uyması gerektiğini belirtip Amerikan askerleri üslerinden ayrılmadan sorumluluklarını yerine getirmesini istedim. Ayrıca Taha Yasin Ramazan’ı gizlice Türkiye’ye getirdik. O dönemin şartlarında bu başarıdır. Ancak, hiçbir zaman Irak eski rejimine sempati duymadık. Muhalefetteyken bile Saddam rejimine karşı çıkıyorduk. Saddam kendi vatandaşını öldüren, halkı cepheden cepheye süren acımasız birisiydi. -Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak Savaşıyla krize girmesine rağmen kısa bir süre sonra iki ülkenin ilişkileri “düşman çatlatır” seviyesinde iyileşti. Nasıl başardınız bunu? Meclisin hayır kararından sonra Türk-Amerikan ilişkileri problemli bir döneme girdi. Ancak bugün ilişkilerimiz karşılıklı saygı esasına dayalı, güven duygusunun ön planda olduğu bir dönemde. NATO Zirvesi’nin Türkiye’de yapılması başarıdır. İlişkilerin düzelmesinde Colin Powel isminin ayrı bir önemi var. Powel’a teveccühümüzün sebebi şu: Çok problemli bir dönemde kalktı geldi Türkiye’ye ve dostluk mesajı verdi. -Powel’ın Türkiye’yi sevmesinin ardında duygusal sebepler olmamalı; Amerika bu dönemde tehdit yoluyla Türkiye’den ilişkilerin düzelmesi karşılığında yeni tavizler istedi mi? Hayır. Kendi lehlerine davranıyorlar. Türkiye ile iyi ilişki içinde olmak Amerika’nın da işine gelir. Tehdit diye bir şey kesinlikle olamaz. İlişkilerin iyileşmesi için ilk adımı onlar attı. Ben de bu jesti karşılıksız bırakmadım ve problemler devam ederken Amerika’ya gittim. Amerika’dan eli boş dönecekmişim falan bir sürü yorum yapıldı. Sonuçta imzalar atıldı ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bugüne yansıyan alt yapısı oluşturuldu. -Ebedi müttefik ABD’nin hoşuna gitmeyen teskereye hayır kararı, AB çevrelerini memnun etti mi? Neticede Türkiye’yi ABD’nin Truva atı olarak görüyorlardı. Türkiye AB’den o dönemde çok takdir gördü. Meclisin o kararı Türkiye’de demokrasinin işlediğini gösterdi. Zannettiler ki biz iki üç kişi karar alırız, bunu Meclise kabul ettiririz. Meclisin ABD’ye rağmen hayır demesi Avrupa ülkelerini şoka uğrattı. AB’nin bu kararımızı takdir ettiğini düşünüyorum. -Türkiye, Kürt devletini istemiyor. Her şeye rağmen bu devlet kurulursa Türkiye’nin “istemezliği” “hırçınlığa” dönüşür mü? Amerika’da birkaç gazetede bu tür ifadeler çıktı. Kürt devleti Amerika’nın da işine gelmez. Dünya “Hani kimyasal silahları bulmak için gitmiştiniz, Irak’ı böldünüz” tepkisini gösterir. Kürt devleti kavramı bugün ortaya çıkmış değil. Irak Savaşından önce de çok konuşuluyordu. Kuzey Irak’ta ayrı bir yapı var. Türkiye’nin desteğiyle oldu bu yapı. Keşif Güç, Çekiç Güç kimin için çalıştı? Saddam, Kuzey Irak’a giremedi. Türkiye’nin de bu durumdan kârı vardı. Kürt devletini istemiyoruz ama korkumuz falan da yok. Türkiye cazip bir ülkedir, AB ile müzakereye başlamak üzeredir. Bizim korkumuz şu: Irak’ın yapısı değişirse kan ve göz yaşı o topraklardan eksik olmaz. Biz Iraklıların Irak kaynaklarından yararlanıp, insanca yaşamasını istiyoruz. -Amerika, Irak’a demokrasi için girdi ve Ortadoğu’da yeni bir kan gölü oluştu. Türk Dışişleri Bakanı olarak kesin bir dille ABD’ye ‘Bu kan gölünü ne zaman bitireceksiniz?’ diye soruyor musunuz? Tabii ki soruyoruz, tabii ki Irak’taki acı durumu söylüyoruz. İşimiz gücümüz bu. -Amerika Irak’ta kendi askerinin yanında taze güçler istiyor. Türk askerini talep ederse, gönderecek misiniz? Kesinlikle hayır! Geçti o asker gönderme meselesi... Resmi olarak söylüyorum, Türk askeri Irak’a girmeyecek. -Irak’a asker göndermeyeceksiniz ama Afganistan’a yeni asker göndermek an meselesi. Bu bir tezat değil mi? Afganistan’a asker göndermekle Irak’a asker göndermek farklı şeyler. Birileri istiyor, biz yapıyoruz diye bir şey yok. Bizim de görüşümüz ve talebimiz var. Afganistan, Amerikalılardan, İngilizlerden, Almanlardan daha çok ilgilendiriyor bizi. Hem çıkarımız, hem tarihimiz için biz Afganistan’a asker göndermek istiyoruz. Birçok kez Balkanlara ve başka ülkelere Türk kimliği için asker gönderdik. Afganistan’a da kimliğimiz için asker göndermemiz lazım. Bayrağımızı dalgalandırmamız lazım. Tarihimiz ve çıkarlarımız bunu gerektiriyor. -Kıbrıs hem Batı’nın hem de Türk Devleti’nin kutsalı haline geldi. Kıbrıs görüşmelerinde hem Batıdan hem içerideki “devlet ricalinden” bizim bilmediğimiz bir ‘Kıbrıs tehdidi, telkini’ aldınız mı? Herkes her türlü telkini, tehdidi yaptı. Kamuoyuna yansıyan, yansımayan o kadar çok telkin aldık ki bunları sayamayız. Planlı ve kararlı bir şekilde işlerimizi yürüttük. Sonuçtan çok memnunuz. Telkinleri dikkate alsaydık sonuç alamazdık. Kıbrıs, devlet için, Batı için önemliyse AK Parti için de çok önemlidir! -AB için uyum yasaları çıkartıldı; Kıbrıs çözüldü. Şimdi tek şart olarak önümüze Leyla Zana çıkartılıyor. Leyla Zana’dan sonra AB için engel gelmez diyebiliyor musunuz? AB müzakere tarihi için Leyla Zana tek şarttır demedim. Şartların önemlilerinden biridir dedim. Mahkeme kararlarına hep saygılı oldum. Mahkeme kararları neticede bağımsızdır ama Leyla Zana’nın serbest olmasına Avrupa büyük önem veriyor. Ben, Leyla Zana çıksa da kurtulsak diyorum. -Müzakere tarihi aynı zamanda AK Parti’nin de geleceğini belirleyecek. Olumsuz bir durumda Türkiye’nin Avrupa’ya takınacağı yeni bir tavır olacak mı? B planını ve C planını düşünmüyoruz bile. Önümüzde tek plan var; müzakereye başlamak, AB’ye girmek. Objektifiz; yeri geldi mi kendimizi tenkit etmesini biliriz. Türkiye daha düne kadar en temel müzakere başlangıç şartlarını yerine getirmemişti. Yeni anayasa paketini ümit ediyorum ki Sayın Cumhurbaşkanı onaylayacaktır. Ben Türkiye Dışişleri Bakanı olarak söylüyorum; eğer Avrupalı olsaydım yakın zamana kadar ben de Türkiye’ye tarih vermezdim. Ama bugün iş değişti. Türkiye en son anayasa paketiyle yükümlülüklerinin çok büyük kısmını yerine getirdi ve Avrupa’dan müzakere tarihi almayı hak etti. Hâlâ yapacağımız şeyler var ama bunlar küçük şeyler, biz temel eksikliklerimizi tamamladık. -İç siyasette Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığının görüşlerini sık sık duyuyoruz. Konu dış politika olunca bu iki kurum da sessiz kalmayı tercih ediyor. Özellikle Kıbrıs, Irak, AB gibi çetrefil dış politika konularında Genelkurmay Başkanının ve Cumhurbaşkanının sessiz kalması kolaylık mı getiriyor yoksa sizi arenada kurtların önüne atılan kurban mı yapıyor? Size katılmıyorum. Her iki kurum da bahsettiğiniz konularda konuştu. Özellikle Kıbrıs konusunda Cumhurbaşkanının konuşmalarını biliyoruz. Yine Kıbrıs konusunda hangi kurumun nasıl konuştuğunu biliyoruz. -Dışişleri bürokratlarının kalıplaşmış bir yapısı var. Dışişlerinde bakan olmanın zorluğunu biliyoruz. Monşerlere siz nasıl kabul ettirdiniz kendinizi? Hakikaten hâlâ öyle mi görünüyor. Ben siyasetçiyim. Yetki de bende; sorumluluk da. Onlar bana alışacak. Ben memnunum. Dışişlerinin kuvvetli, sağlam bir bürokrasisi var. İyi yetişmiş diplomatları var. Bu yapıda tek eksiklik sağlam bir siyasi istikrardı. Siyasi istikrar, iradeli bir siyasetçi olunca bürokratın başkaldırması pek sorun olmaz. Aldığınız kararların arkasında durursanız sorun kalmaz. KALBİMİZ SIZLASA DA... -Abdullah Gül siyaset hayatının bu döneminde “devlet adamlığı” portresi çiziyor. Peki Kayserili aile reisi Abdullah Gül, Irak’ta, Filistin’de ölen çocukları görünce ne hissediyor? Hangi duygusu ön plana çıkıyor: Devlet adamlığı mı, babalık duygusu mu? Çok doğru bir tespit. Devlet adamlığı ile duygusallık bazen çatışabiliyor. Kararları almadan iyi analizler yaptık. Uzun vadeli çıkarları soğukkanlı istişarelerle planladık. İçim parçalandı tabii ki Irak’taki, İsrail’deki görüntüler yüzünden. Neticede ölen insanlar masum, çaresiz. Fotoğraf karelerinin anlattıklarının dışında biz bu bölgelerin daha da ayrıntılı durumunu biliyoruz. Bizim de çocuklarımız var. Ölenler masum çocuk olunca elbette ki yüreğimiz sızlıyor. Ancak Türkiye dış politikasını kalbimizin sızlamasına, gözlerimizin sevinmesine göre değil, uzun vadeli hesaplara göre yönlendiririz. Türkiye ne kazanacak ne kaybedecek, asıl önemli nokta bu olmalı. Dediğiniz doğru, devlet adamlığı zor, karar almak zor; arenaya çıkmak, sorumluluğu almak gerekir. Devlet işlerinde kendi kalbimi biraz arka plana itmek zorundayım. Ama son haftalardaki Filistin açıklamalarımızı da unutmamak gerekir. -Abdullah Gül, son dönemlerde sinirli bir portre çiziyor. Mütebessim Abdullah Gül’ü dış politikanın dikenli telleri mi sinirlendiriyor? Sinirli bir portre mi çiziyorum? İlginç... Neticede siyasetçiyiz. Siyaset de biraz mücadeleyle oluyor. Mücadelenizi göstermezseniz kaybedersiniz. Sinirli değilim ama sinirli görünebilirim belki.