BIST 9.725
DOLAR 35,20
EURO 36,75
ALTIN 2.968,40

ABD’nin Orta Doğu’daki hamlesi: Kendi tuzağına mı düşüyor?

ABD’nin Orta Doğu’daki müdahalesine dair değerlendirmemizde, bu adımın stratejik sonuçlarına daha derinlemesine bir bakış sunalım. Son gelişmeler, ABD’nin İsrail’in kara ve hava operasyonlarını daha etkin bir şekilde desteklemek amacıyla özel kuvvetler ve yardımcı grupları bölgeye gönderdiğini gösteriyor. Resmi açıklamalar, ABD birliklerinin doğrudan çatışma hattında yer almayacağını belirtiyor. Ancak bölgedeki gerilimin sürekli tırmandığı bir dönemde, bu tür açıklamaların pratikte ne kadar geçerli olacağı şüphe uyandırıyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin bu hamlesi, Ortadoğu’nun tarihsel ve kültürel dinamikleri göz önüne alındığında oldukça kritik bir dönemeçte gerçekleşiyor. Bölgenin İslam coğrafyası üzerinde emperyal çıkarlar güden güçler, stratejik hesaplarını her zaman yerel halkların iradesi ve direnişini göz ardı ederek yapmışlardır. Fakat bu topraklar, uzun yıllardır yabancı işgalcilere karşı direnişin ve adalet mücadelesinin merkezi olmuştur. Bu mücadele ruhu, halkların tarihsel bağlarından ve İslami değerlerinden güç alarak daha da güçleniyor.

Geçmişte ABD’nin müdahalesi deniz cephesiyle sınırlı kalmışken, şu anda uzmanlaşmış birlikler İsrail topraklarında hava savunma sistemlerini yönetiyor. Washington’un İsrail’e yönelik sınırlama getirme kapasitesinin zayıf olması, ilerleyen süreçte bölgedeki çatışmalarda ABD’nin daha doğrudan bir rol alabileceğini gösteriyor. Bu durum, İsrail’in askeri ve stratejik anlamda büyük kayıplar yaşadığı bir dönemde gerçekleşiyor. İsrail, Gazze Şeridi’ndeki operasyonlarında stratejik hedeflerine ulaşamadı; binlerce sivilin hayatını kaybetmesine rağmen Hamas’ı yenemedi ve savaş esirlerini serbest bırakamadı. Bu gerçek, bölgedeki güç dengesinin değiştiğine dair önemli bir işaret olarak karşımıza çıkıyor.

Bölgede yaşanan bu gelişmeleri analiz ederken, ABD’nin sadece İsrail’i destekleme politikası değil, aynı zamanda bölge üzerindeki hâkimiyet kurma stratejisi de sorgulanmalıdır. Bu strateji, İslam coğrafyasında fitne ve ayrılık tohumları ekmeyi amaçlayan uzun vadeli bir planın parçası olarak değerlendirilebilir. ABD’nin askeri müdahalesinin ardındaki asıl motivasyonun, bölge ülkeleri arasında sürekli bir kaos ve çatışma hali yaratmak olduğu aşikârdır. Bu kaos ortamında, halkların kendi iradeleriyle hareket etme kabiliyetleri engellenmekte ve doğal kaynaklarına yönelik dış müdahaleler kolaylaştırılmaktadır.

İsrail’in Lübnan sınırındaki askeri harekâtları, Hizbullah gibi direniş grupları karşısında yaşadığı stratejik kayıpları gözler önüne seriyor. Hizbullah’ın gerilla savaşı taktikleri, modern askeri teknolojiye karşı klasik bir direniş stratejisi olarak büyük bir başarı göstermektedir. İsrail, geçmişte olduğu gibi bu savaşı konvansiyonel güç kullanarak kazanamayacağını anlamış durumda. Bu bağlamda, Tel Aviv’in savunma ve istihbarat kaynaklarını tüketmesi, İsrail’in stratejik zayıflığını daha da belirginleştiriyor.

Pentagon’un bu durumu göz ardı etmediğini düşünmek zor değil. Washington’ın Tel Aviv üzerindeki etkisinin sınırlı olduğu ve Siyonist lobinin Amerikan siyasetindeki etkisinin ne kadar güçlü olduğu biliniyor. Bu bağlamda, alınan askeri kararların ardında yatan sebeplerin, yalnızca stratejik hesaplardan ibaret olmadığı açıktır. Amerikan karar alıcıları, mantık ve stratejik düşünceyle hareket etmek istese de, bu tür lobilerin etkisini göz ardı etmekte zorlanıyor gibi görünüyorlar.

Bu jeopolitik tabloya baktığımızda, aslında bölgedeki çatışmaların sadece bölgesel bir sorun olmadığını, aynı zamanda küresel güçlerin de çıkarlarının çarpıştığı bir savaş alanı olduğunu görmek mümkün. ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığı, Batı’nın bu coğrafyaya karşı yürüttüğü modern Haçlı Seferleri’nin bir devamı olarak değerlendirilebilir. İslam ümmetinin, bu emperyal müdahalelere karşı daha bilinçli ve birlik içinde olması gerektiği bir dönemdeyiz.

Sonuç olarak, bölgede barışı ve huzuru sağlamanın yolu, silahla değil; hak ve adalet esasları üzerine inşa edilmiş bir yaklaşımdan geçmektedir. Gerçek çözüm, insanların eşit haklar ve onurlu bir yaşam sürebilmesi için gereken adımları atmaktan geçer. Adaletin olmadığı bir yerde, barış ve huzurun kalıcı olması mümkün değildir. Adil ve hakiki bir duruş sergileyen İslam coğrafyası, bu bölgede emperyal güçlere karşı en büyük savunma hattı olmaya devam edecektir.

Selametle.