1990'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları aktardığımız yazı dizimizin son bölümü: Gazeteci olmak.
Abone ol“90’larda orada yaşamak başlı başına zordu. Gazeteci olmak daha da zor. Bir kere istediğiniz yere gidemiyorsunuz, OHAL olduğu için istediğiniz haberi yapamıyorsunuz, istediğiniz kişiye ulaşamıyorsunuz. O dönem bölgede yaşanan olaylarla ilgili sadece OHAL’in yaptığı resmi açıklamalara bağlı kalıyorduk.”
Hâlâ Diyarbakır’da gazetecilik yapan ve 90’lı yıllarda Sabah gazetesi için çalışan Mahmut Bozarslan böyle anlatıyor o yılları.
Gazete merkezlerindeki sansür, OHAL uygulamasının getirdiği kısıtlamalar, çatışmaların yoğunlaştığı yerlerdeki güvensiz koşullar ve elbette hayatta kalma çabası o günleri özetleyebilecek birkaç kelime bugünden bakıldığında.
TIKLAYIN:90'LARDA NE OLMUŞTU: GÜNEYDOĞU'DA POLİS VE ASKER
TIKLAYIN: 90'LARDA NE OLMUŞTU: FAİLİ MEÇHULLER; KAYIPLAR
TIKLAYIN: 90'LARDA NE OLMUŞTU: İSMET SEZGİN ANLATIYOR
TIKLAYIN: 90'LARDA NE OLMUŞTU: GÜNEYDOĞU'DA SİVİL OLMAK
1990’lı yıllarda kesin olmayan verilere göre 40’ın üzerinde gazeteci öldürüldü.
1992 yılında öldürülen 14 gazetecinin 13’ü ise Güneydoğu’da çalışıyordu.
Bunların arasında o dönem Özgür Gündem gazetesinde yazan Musa Anter, aynı yıl Mart ayında Cizre’de öldürülen Sabah gazetesi muhabiri İzzet Keser de vardı.
1994 yılında ise Özgür Gündem gazetesinin İstanbul ve Ankara bürosu ile yine İstanbul’daki teknik binası bombalı saldırıya uğramış ve 1 kişi hayatını kaybetmiş, 23 kişi yaralanmıştı.
Cumhuriyet gazetesi için 1986’dan 1990 yılına kadar bölgede kalarak gazetecilik yapan, daha sonra da haber yapmak için defalarca bölgeye giden gazeteci Celal Başlangıç ise, “Gazetecilik yapmak öncelikle devletin hedefi olmak demekti birinci derecede. Özellikle bölge insanı olup gazetecilik yapanların başına çok iş geldi. Burada kalarak gazetecilik yapmak çok riskli bir işti. Yazmayacaksınız, görmeyeceksiniz” diye özetliyor o günleri.
Faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar ve işkence ile anılan 1990’lı yıllara dönüp bakıldığında bunun medya tarafından ne kadar görüldüğünü ise bölgede uzun yıllar kaldıktan sonra İstanbul’da gazetecilik yapan Berat Günçıkan’a soruyorum.
“Hiçbirini görmedi. 89’a kadar Cumhuriyet gördü. Kürt sorununa, şiddete hassas olup olmamak konusu var. Özgür Gündem'i takip ederseniz görebiliyorsunuz” diyor.
Bozarslan: “İnsan derin bir vicdan azabı çekiyor”
O dönem Sabah gazetesinde çalışan Bozarslan hem sansürün hem otosansürün sıradan bir hale geldiğini söylüyor: “Bir otokontrol sistemi vardı zaten. Yazsak da yayınlanmaz, diyorsun. O otokontrol sistemiyle kimse o konulara girmiyordu. Ama insan derin bir vicdan azabı çekiyor. Üzülüyor. Orada bir şey var. Ama orada kalıyor.”
Bozarslan, 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşananların yansıtılmadığını ekliyor: “Merkez medya sol çizgideki bir kısmını yazabildi. Onun dışında merkez medya çoğunu yansıtamadı. Kendi perspektifleriyle yansıttılar. Ona da yansıttılar diyemiyorum.”
O dönem seyahat zorluğunu ise “hiçbir yere gidemiyordunuz” diye özetliyor.
Yolların açık olduğu kısıtlı zamanlarda, askerlerin kontrol yaptığını, gazetecilerin ilçelere ve köylere geçişlerine izin verilmediğini aktarıyor. Kendi memleketi olan Lice’ye giderken basın kartını sakladığını, ancak öyle geçebildiğini anlatıyor.
Bozarslan’a sansürü sorduğum zaman 10 Aralık 1993 tarihli Özgür Gündem gazetesinin “İnsanlık Sürükleniyor” başlıklı manşetinin fotoğraflarını aslında o zaman Sabah gazetesinin Cizre’deki muhabirinin çektiğini söylüyor.
Fotoğrafta bir PKK’lının cenazesi bir panzerin arkasında sürükleniyor. Devamını Bozarslan anlatıyor:“O fotoğrafı çekti. Sabah gazetesine gönderdi. Mümkün değil yayınlayamayız dedi gazete. Çocuk onu Özgür Gündem gazetesine verdi, onlar da bastı. Özel timler çocuğu kaçırdı, işkencede öldü diye çöpe attılar. Sonra nasıl olduysa, sürüne sürüne yola kadar gelmiş, bir araba durdurup Diyarbakır’a gitti. Yıllarca Cizre’ye gidemedi.”
Otelden araba bagajında kaçış
1989 yılında Cizre’nin Yeşilyurt köyünde köylülere jandarma tarafından dışkı yedirilmesinin haberini yapan Celal Başlangıç’a gazetecilere yönelik tehditleri soruyorum.
Bir gün arkadaşlarının onu arabanın bagajına koyarak Cizre’den çıkardıklarını anlatıyor: “Çok tehdit mektupları, çok tehdit telefonları geldi. Göğsüme silah dayandı Özel Tim tarafından. Hatta Cizre’de arkadaşlar beni Özel Tim’den bir arabanın bagajında kaçırdılar. Biz de başka arkadaşlarımızı kaçırmıştık. Öyle bir pratiğimiz vardı önceden. Bir arkadaş arabayı otelin önüne getirdi. Diğer arkadaşlar otelin önüne çıktı kalabalık yarattılar. Ben o arada kendimi bagajın içine attım.”
Bir başka haberden dönerken ise o dönem kullanılan fotoğraf filmlerini arabanın motoruna bağlayarak, asker kontrolünden kurtardığını aktarıyor.
Ancak dahası, 4 saat gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldıklarını ancak o gece Midyat’ta kaldıkları evin kurşunlandığını söylüyor.
Hem örgüt hem devlet
İki gazeteciye de PKK’nın gazetecilere yönelik tehditlerini soruyorum. Bozarslan, “Örgüt kaçırıp öldürür diye bir kaygım olmadı. Önceki pratiklerden biliyoruz, kaçırıyor ama öldürmüyor. Ama kaçırılınca bir çatışmanın ortasında kalırsın diye korkuyorsun” diyor.
Celal Başlangıç ise 1992 yılında PKK’nın bütün gazetecilerin temsilcilerini çağırıp, “Bürolarınızı kapatıp gideceksiniz” dediklerini söylüyor.
Bunun üzerine Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerin temsilcilerinin bölgeden ayrıldığını söylüyor.
PKK yıllar içinde sivillerin yanı sıra pek çok gazeteciyi kaçırdı.
“Türkiye halkı kandırıldı”
Celal Başlangıç’a o yılların genel gazeteciliğini sorduğumda “Burada bir skor gazeteciliği yapıldı. Türkiye halkı bu anlamda kandırıldı. Yalan operasyonlar yazıldı. Yalan galibiyetler gösterildi. Burada insan hakları sorunları, baskıyla ilgili tek bir kelime yazılmadı” diye tarif ediyor.
Merkez medyadan bölge ile yapılan haberlerin bir kısmını ise “Sansasyonel haber patlatıp geri döndü pek çok İstanbul muhabiri. Hatta kendi postalını çıkarıp fotoğrafını çekip PKK’lılar ayakkabılarını bırakıp kaçtı diye birinci sayfadan yayınlatanları da gördük” diye anlatıyor.
Mahmut Bozarslan’a ise yıllardır gazetecilik yaptığı Diyarbakır’da sonradan öğrendiği olayları soruyorum. “Çok var” diyor. Bundan dört sene önce yapmış haberini. Hikayesini anlatıyor:
“Liceli bir aile. Bitişik köye baskın yapılıyor. Köydekiler de onların akrabaları. Benim konuştuğum kadının kocası da gidip bakayım diyor. Kocası gidiyor kayboluyor, kocanın kardeşi gidiyor kayboluyor, bir kardeşi daha gidiyor kayboluyor, amcasının oğlu gidiyor o da kayboluyor, amcası gidiyor o da kayboluyor. Gel zaman git zaman olayın ardından 15 yıl geçiyor. Bir yerde tesadüfen kemikleri buluyorlar. Kemikler aileden iki kişiye ait. Bu sefer de kemikler kayboluyor. Adamları kaybettiniz, sonra kemikleri kaybettiniz. Bu saatten sonra sağ geleceklerini beklemiyorum, en azından bir mezarları olsun, diyor kadın.”
Konuştuğum gazetecilerin hepsi, o zamanlar bu haberler daha yaygın şekilde yapılabilseydi, Batı’nın Doğu’yu daha iyi anlayacağı görüşünde.
Bugünü ise farklı kılanın sosyal medya olduğu konusunda hemfikirler.
Konuştuğumuz sırada Türkiye Gazeteciler Sendikası, DİSK Basın-iş ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nin de içinde yer aldığı “Sansüre Karşı Gazeteciler Platformu” ile birlikte bölgede bulunan Celal Başlangıç, bugünün geçmişten farkını şöyle anlatıyor ve yorumunu aktarıyor: “90’larda burada çatışma başlayınca Türkiye’nin batısından tek bir tepki gelmemişti. Oysa şimdi bu çatışma ortamı başlayınca Barış Blok’u toplandı. Biz buraya gelen dördüncü gazeteci heyetiyiz. Artık Türkiye’nin batısı ve doğusu birbirini daha iyi anlıyor. 90’larda gazeteler görevlerini yapsalardı iş buraya kadar varmazdı.”