Ekrem Dumanlı, medyanın devlet yönetimindeki etkilerine değindi. Dumanlı, 28 Şubat sürecinde medyanın oynadığı rolü ve ekonomik krizlerin sebep ve sonuçlarını irdeledi.
Abone ol Ekrem Dumanlı, Türkiye'nin kaderine yön veren 28 Şubat sürecine ve ardı arkası kesilmeyen ekonomik krizlere değindi. Dumanlı, bu konularda medyanın ne kadar etkili olduğuna el attı. Dumanlı, isimli yazısında her şeyi apaçık gözler önüne serdi...Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
Dünyanın her yerinde siyaset-medya ilişkisi problemlidir. Kâh baskıcı rejimlerin keyfi uygulamaları gölge düşürür bu ilişkiye; kâh medyanın kendi sınırlarını aşması. Her ikisi de tehlikeli.
Zira birinde medya kaba bir propaganda aracına dönüşür; diğerinde siyaset ve toplum mühendisliğine. İlginçtir; bizdeki medya yapısı, her iki tarza da müsaittir. Demokrasinin askıya alındığı olağanüstü dönemlerde devletin ağır baskısı gerçekle kurmaca olanı birbirine karıştırmıştır. Bir telefonla yazdırılan, bir andıçla dikte ettirilen, tamamı ya da bir kısmı uydurma haberlerin bu dönemlerde ortak manşet olarak çıktığı da vakidir. Ne var ki bu talihsiz dönemin muktedir öncüleri, yalpalamaya başlar başlamaz herkes -şakşakçı ve goygoycular da dahil olmak üzere- sadağındaki eleştiri oklarını çıkarır ve dün alkışlananlar bugün delik deşik edilir...
Basının kendini güçlü hissettiği, hatta demokratik teamüldeki sırasına bile razı olmadığı, kendini ‘birinci güç’ ilan ettiği dönemlerde karşılaştığı sınav daha çetindir. Medya böyle günlerde hükümetler kurma, hükümetler yıkma, koalisyonlara öncülük etme, siyasî arenaya çekidüzen verme gibi iddiaların peşine düşer. Bunun en çarpıcı örneğini daha yeni diyebileceğim bir zaman diliminde yaşadık. 28 Şubat ‘post-modern darbe’sine medya çanak tuttu. Ve o günkü çok parçalı siyasî irade, basiret sınavını geçemedi. Sonuçta siyasetin genetik yapısı bozuldu, sabıkası kirlendi... Bu arada ekonominin çivisi çıktı, iflaslar yaşandı, krizler peşi peşine boy gösterdi... ‘Hortumculuk’ adı verilen ve bir başka dile tercümesi bile neredeyse imkânsız suçlar çıktı ortaya, krizin alevleri medyayı da her cenahtan kuşattı. Ve sonunda bu ülke ‘cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi’ diye bilinen 2001 yılında dibe vurdu.
Medya, gerilimi artırmamalı
Türkiye birkaç yıldır bir hayli toparlandı. Bunun hangi parti tarafından gerçekleştirildiği ikinci dereceden önemli. Asıl önemli olan, bu ülkenin yavaş yavaş da olsa kendine geliyor olması. İstikrar denilen şey de böyle sağlanır zaten. Düşünün her gecenin sabahında Borsa ve döviz kâbusları yaşayan bir millet olmuştuk birkaç yıl öncesine kadar. Ülkenin büyüme hızı yüzde eksi 9’a kadar düşmüştü. Başbakan’ın kafasına yazarkasa fırlatılıyordu da vatandaş âdeta ‘oh oldu, az bile’ diyebiliyordu. Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e fırlatınca ekonomi dibe vuruyordu...
Kıvırmaya gerek yok; bugün daha iyi durumda olduğumuz kesin. Hâlâ problemler devâsa, hâlâ vatandaş pek çok soruna çözüm bekliyor... Ancak Türkiye’nin yeni bir toparlanma seyri yakaladığı da ortada. İhracat rakamları yükseliyor, enflasyon düşüyor... Yabancı şirketler dahil kimse, kriz beklemiyor; o yüzden yatırımlar artıyor, yabancı sermaye artışı ekonomi çevrelerinde yeni umutlara vesile oluyor.
İşte tam bu nirengi noktasında basının eski bir alışkanlığı zaman zaman nüksediyor: Kriz arama, kriz bulma, kriz çıkarma. Bu nasıl derin bir içgüdüdür; anlamak çok zor. ‘Bi kriz çıksa da şöööyle koca koca manşetler atsak’ mı deniyor acaba?
Gerçekten ortada bir kriz varsa basının buna kayıtsız kalması mümkün değil. Ne biliyorsa önce onun gerçekliğini her kanaldan araştırır ve elde ettiği bilgiyi aynıyla okuruna taşır. Buna kimsenin itirazı olamaz.
Ancak bizdeki kriz manşetlerinin çoğu, gerçeklikten çok uzak; gerçeklik payı olanlarının ise paçalarından abartının basitliği damlıyor. Maksat sadece hükümet(ler)i yıpratmaksa; en azından muhalif bir duruş ortaya koymak ise bunun siyasî disiplinler ve medya etiği içinde uygun bir zemini ve stili vardır; ona uymak kâfidir. Bu disiplinlerden uzaklaşarak sosyal çatlamayı derinleştirici metotlar uygulanması doğru değil. Geriye dönüp düşünmek zorundayız. Mesela yasada olmadığı halde dedikodular üzerine çıkarılan ‘zina yasası’ kavgası kime yaradı? Avrupa Birliği üyeleri arasında kuşkular oluşturduğu yetmezmiş gibi toplumsal barışımızı da sarsmadı mı? Bu arada yasada yer alan ve düşünce özgürlüğünü kısıtlama ihtimali olan maddeleri Türk medyası çok geç fark etmedi mi? Son aylardaki tartışmalardan hangisi ülkeye fayda sağladı? İmam-hatip tartışması bütün meslek liselerini mahvetti, Kur’an kursu tartışması başka bir mecraya kaydı, bu arada olan sade vatandaşa oldu. O, hâlâ çocuğuna küçük yaşta Kur’an öğretme imkânına sahip değil. Başörtüsü hakkında Başbakan’a ‘Acaba vakıf üniversiteleri çözüm olur mu?’ dendi, cevabı yeni bir polemiğe dönüştü...
Son birkaç aydır dikkat çeken bir eğilim var: Başbakan Tayyip Erdoğan ile birilerini karşı karşıya getirmek için âdeta özel bir gayret sarf ediliyor. Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Sezer, Erdoğan ile YÖK Başkanı Teziç, Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Baykal, Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Erdoğan ile Abdüllatif Şener...
Krizin kime faydası olabilir!
Söylenmiş mi söylenmemiş mi; söylenmişse hangi maksatla ifade edilmiş olduğu bilinmeyen cümlelerle siyasî tansiyonu yükseltmek, neredeyse bir tür habercilik tarzı oldu. Bol baharatlı manşetlerin hemen hepsi tekzip ya da tavzih alıyor. Bu bir tesadüf mü? Ortada ‘gündeme bomba gibi düşecek’ sözler varsa ve bu sözler gazetecilik disiplinleri içinde kaleme alınmışsa bu haberlere tekzip ile boyun eğmek mümkün değil. Gazete yöneticileri ‘işte satır satır söylenenler; yazdıklarımız bire bir söylenenlerden ve paragraf atlamaksızın kaleme alınanlardan oluşuyor’ diyemiyorsa ortada büyük bir problem var demektir.
‘Her halükârda hükümete destek’ nasıl doğru bir gazetecilik modellemesi değilse, hükümet karşıtlığı olsun diye kriz çıkarmaya yönelik habercilik zorlaması da doğru değildir. Krizin kime faydası olabilir! Öyle inanıyorum ki Cumhurbaşkanı Sezer, hayatının en büyük üzüntüsünü Anayasa kitapçığını fırlattığı gün yaşamıştır. Şimdi hükümetten hoşnut olmasa da yeni bir krize imza atmak istemez. Elbette her şeyi iktidar gibi düşünmeyecek, elbette Çankaya ile hükümet arasında bazı konularda fikir ayrılığı olacak. Devlet içinde, hatta hükümet içinde farklı yaklaşımlar söz konusu olabilir; ancak bunu da olgunlukla karşılamak zorunda Türkiye... Hükümete karşı yurtiçi ve yurtdışından yükselen her sözün peşine takılmak, ondan âdeta bir kriz beklemek doğru değil...
Çok açık söylemek zorundayım: Türkiye’nin yeni bir krize mukavemet edecek gücü yok! Bunu görmeden ne iktidar olunur ne muhalefet. Bu gerçeğe gözünü kapayan ve burnunun dikine giden, gazetecilik ilkelerini de sorumluluğunu da göz ardı ediyor. Paniğe gerek yok; iktidar başarısızsa halk ilk seçimlerde bunun hesabını sorar. Halkın iradesi ortadayken karmaşık senaryolar peşinde dolaşmak, komitacı gazeteciliğin küllerinden basın sarayı yapmaya özenmek tarihî sorumluluğun altında ezilmek anlamına gelir. Oradan saray değil, çıksa çıksa basını da mahcup edecek hikâyelerin bayat provaları çıkar... Daha ilgincini de söyleyeyim: Türk basını son yıllarda itibarını yeniden kazanıyor. Tirajlar yükseliyor, reklam gelirleri artıyor. Allah korusun meydana gelecek ilk krizde ilk çökecek kale medya olacaktır. O zaman bu saçma sapan ve gerçeği aynıyla yansıtmayan kriz haberlerinin kime faydası var! Türkiye’nin yükselişi siyasetin üstünde bir meseledir; bunu görmeden sorumluluk taşımak imkânsız...