200 yıllık kan davası
Adnan Bucak'ın ağzından, kaynağı ikiyüz yıl geriye dayanan kan davası ve tüm aşiretin tarihçesi "Bucaklar" adıyla kitap oldu.
Abone olOsman Şahin'in adlı romanı, tam da aşiretleri ulusça sorguladığımız bir zamana denk geldi. Şahin romanında, çok yakınlaştığı ve sevdiği, aynı zamanda romanı ithaf ettiği öğrencilerinden Adnan Bucak'ın ağzından, tüm aşiretin tarihçesini anlatıyor.
Türkiye’deki aşiretleri ve nasıl işlediklerini anlamadan, bu ülkenin siyasetini anlamanın imkânsız olduğunu yıllar önce öğrendik. Yine de her katliamda şaşkına döndük. Geçen haftalarda tüm ülkeyi sarsan düğün katliamının ardından ne kadar çok şeyi anlamadığımızı fark ettik. Kan davalarının nesiller boyunca sürdüğünü, insanların içlerindeki kini yeni nesillere nasıl damla damla akıttıklarını anlamak için zorladık zihinlerimizi. ‘Nasıl’ını anlasak da, mantığını mantığın işlemediği bir noktada biriktiği için kin çözemeyeceğimiz bir denklem bulduk karşımızda.
Osman Şahin’in Bucaklar adlı romanı, tam da aşiretleri ulusça sorguladığımız bir zamana denk geldi. Osman Şahin, 1957’de, 17 yaşında bir öğretmen olarak tayin olduğu Siverek’te, Bucak aşiretinden öğrencilerinin olduğu bir okulda çalışmış. Şahin romanında, çok yakınlaştığı ve sevdiği, aynı zamanda romanı ithaf ettiği öğrencilerinden Adnan Bucak’ın ağzından, tüm aşiretin tarihçesini anlatıyor. Kendi deyişiyle, bir zamanlar tanıdığı ve sevdiği bu köye vefa borcunu aradan elli yıl geçtikten sonra ödüyor.
Kan davalarında hep olduğu gibi, Bucak aşiretini besleyen kinin kaynağı iki yüz yıl gerilere dayanıyor. Roman kahramanı ve aynı zamanda anlatıcı Adnan Bucak, 1960’larda iyice kızışan ve sonunda yirmi dört kişinin katliamına neden olan kan davasını anlatıyor. Anlatısı sıradan bir öyküleme değil, çünkü anlattığı kendi kan davası. Türk romanında çok sık rastlamadığımız bir belgesel roman örneği sunuyor Osman Şahin.
Belgesel roman, kurguda olabilecek yapısal özellikleri taşımasına rağmen gerçeğe dayanan bir öykü anlatır. Şahin’in bu romanı bana, edebiyat tarihinin en bilinen -hatta ilk- belgesel romanı, Truman Capote’nin Soğukkanlılıkla eserini anımsattı. Capote’nin ünlü romanında olduğu gibi Osman Şahin de gerçekte yaşanmış hatta kendisinin yakından tanıma fırsatı bulduğu insanların hikâyesini anlatmış. Günümüzde romanlarda belli miktarda şiddet bulmaya alışkın okur için bile gerçek olayların şiddeti her zaman kurgusal olandan çok daha ağır gelir. Genelde okuduğumuz kitaplardan, romanlardan kuşkusuz etkileniriz, güçlü anlatıma sahip olanlar bizde derin izler bırakır ama anlatılan ne denli korkunç olsa da, bir kurgudur.
Sinemada yüzlerce ölü görmemize rağmen hiçbiri gerçekte göreceğimiz bir cinayet kadar etkilemez bizi. Sanatın bir kurgu olduğu bilinciyle yaklaştığımız için en büyük tragedyalar bile bir anlamda ‘eğlence’dir, biliriz ki oyuncular sahneden indikten sonra evlerine gidip yemeklerini yiyecek ve uyuyacaklar. Kurgunun bu rahatlığını, belgesel romanda bulamayız. Tanıklıkların olabildiğince gerçeğe yakın olması, anlatıcının bizzat olayların içinde olması, belgesel romana ayrı bir boyut kazandırır. Tarih kitaplarında anlatılmayan detaylar kurgusallaştırılmıştır, hayatın mucizevî görünen rastlantıları bazen kurgudan da üstündür, ama tüm bunların ötesinde belgesel romanda okuru asıl çarpan şey, gerçeğin şiddetidir.
Bir günde yedi hüseyin öldürüldü
Bucaklar çok kanlı bir geçmişi anlatıyor. Anlatıcının “dedelerimin dedesi” dediği Hacı Ali Efendi, yıllar önce, aşiretiyle birlikte Fırat nehri kıyısında Siverek’in batısına yerleşir. Henüz düşmanları yoktur. Küçük köylerinde üzüm bağları, dutluklar, bitek tarlaları ile mutlu bir yaşama başlarlar. Sonraları bölgeye yapılan göçlerle artan nüfus yüzünden köyün çevresine yeni mahalleler ve köyler kurulur; ve bunun sonucunda ağalık düzenine geçilir. “Böylece yıllar sonra, ülkemizin her yanında kendilerinden söz ettirecek olan, içinden paşalar, milletvekilleri, senatörler, yazarlar, hukukçular çıkacak olan ünlü Bucak aşireti çıkmış ortaya.”
Hacı Ali Efendi ile başlayan aşiret reisliği, oğlu Mehmedi Hacı’ya geçer. hâlâ görünürde düşmanlık gerektirecek olay yoktur. Mehmedi Hacı iyi ağalık yapar. Tek kusuru iyi bir ağa olması ve gün geçtikçe güçlenmesidir. Güçlendikçe diğer aileler çekinmeye başlarlar ve ağanın gücünü azaltmak için çalışmaya başlarlar: “Bucak ailesinin içine hile ve nifak sokmaya çalıştılar; ağacın kurdu kendisinden olmalı ki, ağaç çürüsün, yıkılsın misali...” Aslında işin garip yanı, Fettahlılar ya da Helikanlar adıyla bilinen aşiretler de aynı soydan gelirler.
Düşmanlık duymalarını gerektirecek bir olay yaşanmamasına rağmen, güç dengelerini elinde tutan Bucaklara karşı diş bilemeye başlarlar. Sinsice kurulan tuzak sonunda Mehmedi Hacı ağayı öldürürler. Bucak aşireti bu cinayet üzerine bütün güçlerini birleştirir ve büyük bir saldırı gerçekleştirir: “Atlarından katırlarına, öküzlerinden ineklerine, koyunundan keçisine, Helikanlar’a ait ne varsa yakıldı, yıkıldı, öldürüldü. Helikanlar da ellerinden geldiğince karşılık verince, çarpışma bir gece, bir gündüz sürdü.
Sıkılan kurşunun, yanan barutun haddi hesabı olmadı. Ölen insan sayısı iki yüzü aştı” sözleriyle anlatılıyor bu katliam. Tarihe bu katliam “bir günde yedi Hüseyin öldürüldü” diye geçiyor. Ve işte böylece nesiller boyu, yüzden fazla yıl sürecek kan davası başlamış olur.
Tahmin edileceği gibi Mehmedi Hacı’dan sonra aşiretin başına geçenler içinde eceliyle ölen pek olmaz. Oğlu Osman Paşa, torunu Ömer Cudi Paşa, torununun oğlu Hacı Bey hep ölümün gölgesinde yaşamlar sürerler. Aşiretin ağalığı hep babadan oğla geçer ta ki Hacı Bey denilen, ailenin tek erkek evladı bir hiç yüzünden intihar edene dek, bundan sonra kardeş çocukları ailenin yönetimini devralırlar. Bu arada Osmanlı padişahlarıyla anlaşan Bucaklar, Cumhuriyetin kurulmasından sonra devlet ve yönetim içinde rol oynamaya başlarlar.
Kürtçülükle suçlanıp sürgüne uğradıkları, ağır işkence gördükleri de olur. Bu noktada bana ilginç gelen bir şey, aşiret başlarının elde ettikleri politik gücü kendileri için kullanmaları oldu. Bunu Osman Şahin birkaç kez romanda farklı şekillerde dile getiriyor: “devlet ve hükümet içinde çalışarak, aşiretin çıkarlarını gözetmeye başladılar.” Ülkeye ya da vatandaşa hizmetten daha değerli olan aşirete hizmet, belki de siyasetteki aşiretlerin gücünü anlamak için dikkatle bakılması gereken bir nokta. “” romanında şaşırtıcı bulduğum bir başka şey de ağaların ne denli inanılmaz bir güce sahip olduklarını görmek oldu. Onlardan söz edilirken -sanki bir kral ya da imparator gibi- çevresi üzerine mutlak hâkimiyete sahip insan portreleri çizilmesi, romana can acıtıcı derecede doğruluk katıyor.
Romanda sadece Bucak aşireti değil, bir dönemin çok ünlü kabadayıları, katilleri, eşkıyaları da anlatılıyor. Aşiretler çoğu zaman, Ramazan Halil gibi gözü kara katilleri kullanıyorlar kan davalarında. Bu ölüm makineleri olarak algılanacak karakterler yazar tarafından çok gerçekçi ama bir o kadar da incelikli detaylarla anlatılıyorlar. Romandaki bölümler barış dönemleri üzerine kurulu olduğu halde, ateşkesler çok kısa sürüyor. Romanın başlarında sadece atalarını anlatan birinin sesi olarak duyduğumuz Adnan Bucak, romanın ortalarında tam bir kahraman olarak ortaya çıkıyor.
Osman Şahin onu babasının intikamını almak için amcasını öldüren Hamlet’e benzetiyor, gerçekten de bir trajedi kahramanı olarak görünüyor okura. Sonlardaki duygusal anlatı romana çok güzel bir tat veriyor. Türk edebiyatında son yirmi yıldır yazılmış en büyük romanların başında olarak gördüğüm Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana romanının başlığı gibi, Osman Şahin’in anlattığı coğrafyada sürekli kan akıyor. Bize ise ‘bakmak’ ve umarım bir gün bunu durdurmak kalıyor. (Asuman Kafaoğlu)