İdamından önce Yassıada'da Menderes'in Avukatlığını yapan Talat Asal, yıllar sonra o günleri Yeni Asya Gazetesi'ne konuştu.
Abone ol27 Mayıs Türkiye’yi 100 sene geriye götürdü 1945 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olan Talat Asal, 1950 Haziran ayında serbest avukatlığa başladı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan, halkın “Yassıada Mahkemesi” dediği Yüksek Adalet Divanında rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in savunma avukatlığını yaptı. Talat Asal konuyla alâkalı şunları söylüyor: “Dövüldüm, sövüldüm, mezar denilen hücrede yattım, hapishanede yattım. 31. Piyade Alayında Yedek Subay olarak görev yaptığım halde üstüne üstlük, ‘Askerlik yapmadın’ diye nezârete alındım. Velhasıl çekmediğim kalmadı. Müvekkilim Adnan Menderes’i 17 Eylül 1961 günü asarak öldürdüler, ben de 18 Eylül 1961 günü cübbemi toprağa gömdüm.” 1961 seçimlerinde Edirne’den, 1965’te Zonguldak’tan, 1969’da Samsun’dan, 1973 ve 1977’de İzmir’den milletvekili seçilen Asal, Süleyman Demirel’in genel başkan seçildiği Adalet Partisi Kongresinin başkanlığını yaptı, altı yıl süreyle AP Genel Başkan Yardımcılığında bulundu. “1961 yılında süngülerin arasında girdiğim parlamentodan, neredeyse yirmi yıl sonra Gençlik ve Spor Bakanı olarak silâhla kovuldum” diyen Talat Asal, hasta haliyle büyük bir heyecan ve ciddîyetle sorularımızı cevaplandırdı. Talat Asal, “Yassıda, işkencenin, siyasal ve sosyal rezâletin simgesidir” diyor. “Adnan Menderes’in avukatı olarak gördüklerim, bildiklerim, hatta belgelediklerim vardır, çektiklerim vardır. Bunları aynı düşünceler ve aynı kurallar içinde yapmayacağım, ancak bazı ipuçları vereceğim” diyen Asal, “Neden?” diye sorduğumuzda, “Çünkü daha vâhim değil, çok daha vâhim” diye tek cümleyle özetliyor. “Müvekkilim Adnan Menderes ve Yassıada” alt başlığı ile yazdığı “Güneş Batmadı” kitabına ‘önsüz’ yazmayan, yazdırmayan Talat Asal, bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Bu kitabın önsüzü yoktur. Felâketin önsözü olmaz, sonsözü olur. O sonsözü yazmaya da benim terbiyem müsaade etmez.” Merhum Adnan Menderes’in avukatı Talat Asal, “Menderes’in asıldığı 17 Eylül 1961, saat: 13.05”i şöyle tasvir ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin Başbakanı Adnan Menderes, kendi devletinin kurduğu darağacının önce sandalyesine, sonra da kendi devletinin cellâdı tarafından asılarak Allah’ın huzuruna çıkıyordu. Bunun için, güneşli bir Sonbahar gününün güpegündüz kapkaranlıktı.” “Kardeşim, sırdaşım” dediği Adalet Partisi Erzurum eski senatörü Ömer Lütfü Hocaoğlu ile birlikte bizi karşılayan Talat Asal, yine de “1960 27 Mayıs’ından sonra ve özellikle 12 Eylül 1980 sonrasında gördüklerim, gözlemlediklerim karşısında, artık bazı gerçeklerin gizli ya da gölgede kalmasını doğru bulamadım” düşüncesiyle başından geçen hâtıraları yazıyor, anlatıyor. Ayrılırken, Menderes’in idam edildiği 17 Eylül’ün yıldönümünde yeniden bir mülâkat yapmak için kendisini tekrar ziyaret etmek istediğimizi söylediğimizde, Talat Asal, “O zaman hiç konuşamam, dayanamam...” diye cevap veriyor. O vakit, kitabına almadığı ve “çok daha vâhim” dediği Yassıada dehşet ve cinâyeti hâtıralarını neden anlatmak istemediğini daha iyi anlıyoruz. ÇOK DAHA VÂHİM HÂDİSELER OLDU Yassıada hâtıralarınızın bir kısmını yazdınız ve “Bildiğim her şeyi yazamayacağım, söyleyemeyeceğim” diyorsunuz? Niçin? Çünkü, herşeyi söylemeyi istemedim, istemiyorum. Bundan ötesini söylemem doğru değildir. Türkiye’de huzurun bozulmasını, insanların karşı karşıya gelmesini istemiyorum. Çok daha ağır muameleler, çok daha işkenceye dönük olaylar cereyan etmiştir. Bu itibarla yarayı bir kat daha deşmeyi, yaranın üzerine tuz basmayı arzu etmediğim için böyle söylüyorum. Kitabımda anlatılanlardan daha vâhim değil, çok daha vâhim hâdiseler cereyan etmiştir. Bu itibarla huzuru bozmamak için, insanların birbirlerine karşı düşman hissine kapılmamaları için söylemiyorum. MENDERES ASILARAK ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR Bir beyânatınızda, “Benim müvekkilim Adnan Menderes için ‘idam edilmiştir demem, asılarak öldürülmüştür’ derim” diyorsunuz. Bunu biraz izâh eder misiniz? Hâdise aslında çok derin olarak mütalaa edilmeli. Maalesef satıhta kaldı. Hâdise Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesinin ihlâli meselesidir. 146. maddenin unsurlarının oluşması lâzımdır ki, fiil meydana geldi. Çünkü, ceza hukukunda unsurlar meydana geldiği zaman fiil oluşur. Eğer, unsurlardan birisi noksansa fiil oluşmaz. Meselâ, hırsızlık fiilinde Türk Ceza Kanununun 491. maddesinde “Her kim bir diğerinin malını faydalanmak maksadıyla habersiz alırsa...” deniliyor; yani, haber vermemişse fiil ortadan kalkar. Faydalanma kastı yok, şakadan almışsa fiil ortadan kalkar. Yani, unsurun meydana gelmesi lâzım. Türk Ceza Kanununun 146. maddesindeki unsurlar meydana gelmemiştir. Çünkü, TCK’nun 146. maddesi Anayasanın tağyir, ilgâsına cebren teşebbüs etme unsurunu taşır. “Cebir” unsuru da meydanda yoktur. Bunlar cebire bir şekil vermişler, “mânevî cebir” demişlerdir. Bu suretle suçlamışlardır. Binaenaleyh, 146. maddedeki unsurlar oluşmadığına göre idam cezası değildir, asılarak öldürülme halidir. Bunu kastediyorum. Yani, merhum Menderes suçsuz bir insan, Ceza Kanununa göre suç olmayan fiilden dolayı asılan insan, asılarak öldürülmüştür. MÜVEKKİLİMLE YARIM SAAT GÖRÜŞTÜRÜRLERDİ “Yeri göğü değiştirseydik, yine de netice alamazdık. Çünkü, mahkeme peşin hükümlüydü” diyorsunuz. Savunmaların zorluğundan bahsediyorsunuz. Bu konuda neler söylersiniz? Bize kararnâmeler, iddianâmeler tebliğ ediliyordu. Bizim bu kararnâmeler, iddianâmeler muhtevasında deliller nedir, bunları bilmemiz lâzım. Bu deliller de dâvâ dosyasındadır. Dâvâ dosyalarını inceleme imkânımız yoktu. Çünkü, yüzlerce sanık, binlerce dosya vardı. Başbakan Adnan Menderes’in yanısıra, bakanlar, dört yüzün üzerinde milletvekili için açılmış dosyalar vardı. “Polisler üniversiteye girdi” diye dosyaları vardı. Topkapı hâdisesinin dosyaları vardı. Bu yüzlerce dosya, küçük oda büyüklüğünde küçük naylon çadırın içerisine konulmuş. Tabiî, her sanığın da bir avukatı var. İçeriye gireceksiniz kendi müvekkilinizin dosyasını bu dosyaların içerisinde bulacaksınız. İsimlere ve dosya numaralarına göre tasnif yok. Bu dosyaları bulup okumanız mümkün değil. Herşey saç saça, baş başa halde idi. Zaten müvekkilinizle yarım saat görüşebiliyorsunuz. Yarım saatten sonra da yarım saat bunu tetkik ediyorsunuz. Bu durumda dosya tetkik etmek imkânınız mevcut değil. Savunma bu bakımdan âtıldır. İkincisi, benim müvekkilimle konuşmam yarım saatti. Benim müvekkilimin ondan fazla dâvâsı vardı. Konuşma imkânımız yarım saatti; yarım saatte ne konuşulabilir ki? Hiçbir şey.... Müvekkilim Menderes’le görüşmelerimizde yanımızda dört subay bulunurdu. Biz müvekkilimle görüştüğümüzde onlar devamlı başımızda oturuyorlardı. Bu dört subayın arasında müvekkilinizle gizli herhangi bir şey konuşabilir misiniz? Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur, görülmemiştir. Yarım saat sonra, “Görüşme bitti” denilirdi. Müvekkilinizle görüşürken notlar alırsınız. Kalkarken bu notları elinizden alırlar. Müvekkilinizin aldığı notlar da elinizden alınır. Avukat olarak müvekkilinizin söylediğinin tamamını kafanızda tutmaya mecbursunuz. MENDERES’EYAPILMADIK İŞKENCE KALMAMIŞTIR O perişan halde, o tek oda da, iki tahta sandalye, bir tahta masa, bir demir siyah karyoladan ibaret olan odasında oturan Adnan Menderes o işkence altında hâfızasında bunu tutacak ve avukat olarak da ben müvekkilimin söylediği şeylerin hepsini hâfızamda tutacağım ve bunlarla müdafaa yapacağım. Böyle şey olur mu? Bir görüşmede bilerek, Almanca not aldım. Benden notları istedikleri zaman kendilerine bu Almanca notları verdim, “Bunu okuyunca ne anlayacaksınız anlayın” dedim. Savunmanın bu kadar sıkı tutulduğu bir hal görülmemiştir. Bu kadar bağlandığı, bastırıldığı görülmemiştir. Maria Antoinette’in avukatı bile 24 saat müddetle müvekkili ile görüşmüştür. Yassıada Mahkemeleri boyunca, Benim müvekkilim Menderes’le yaptığım görüşmelerin toplamı 24 saati bile bulmaz. Müvekkilim Adnan Menderes’e yapılmadık işkence kalmamıştır. Târifi mümkün olmayan işkenceler yapılmıştır. Bunları söylemekten, açıklamaktan bile utanırım. İkinci Cihan Harbinden sonra, 21. asra merdiven dayandığı bir zamanda, bir Fransa’yı düşünün, bir Türkiye’yi düşünün. Pierre Laval idama götürülürken kendisine, gelen vazifeli, “Ekselansları müsaade buyursanız, zaman gelmiştir” demişti. Ancak, Türkiye’de Adnan Menderes’e, “sen” diye hitap edilmiştir. Ve Adnan Menderes Beyefendiye olmadık hakaretler ve işkenceler yapılmıştır. Kaldığı odanın tavanın üstüne mozaik makinası konularak devamlı gürültü yapılmak suretiyle hâfızası dağıtılmıştır. Nitekim 6-7 Eylül dâvâsı başlarken, Anayasa Mahkemesi dâvâsında müdafaasına başlarken şuurunun bu şekilde muhtell edildiğini (karıştırıldığını) ifâde etmişlerdir. BİR ODA, İKİ TAHTA SANDALYE Menderes’in kaldığı odayı tasvir edebilir misiniz? Kaldığı oda üç metreye üç metre bir odaydı. İki tane tahta sandalye vardı. Bu sandalyenin birisine kendisi, diğerinde nöbetçi subay otururdu. Bu nöbetçi subaylarından birisi de sonradan Jandarma Genel Komutanı olan Teoman Koman’dı. Devamlı otururlardı, konuşmazlardı. Adnan Bey saati sorduğu zaman, yalnız kollarını gösterirlerdi. Bir tahta masa, bir de siyah demir karyola, ufak bir pencere, o pencerenin üzerinde de siyah beyaz bir patiska bez vardı. Yalnızdı, kimseyle görüşmesi, konuşmasına müsaade edilmezdi. Yanında 24 saat nöbet tutan subaylarda tek kelime konuşmazlardı. “Saat kaç?” diye sorsa, ancak saati gösterirlerdi. Öylesine katı... “BEN ALLAH’A VE MİLLETE HESAP VERİYORUM” Bir ziyâretinizde merhum Menderes’e, “Beyefendi siz çok güçlü bir insansınız. Millet gibi bir âileniz var. O büyük âile sizin güçlü olmanızı bekliyor” dediğinizi belirtiyorsunuz. Buna Menderes’in cevabı ne oldu? “7 Eylül dâvâsı” başlarken, “Beyefendi siz geniş bir âilenin sahibisiniz. O büyük âileniz, sizden beklenilen müdafaayı yapmanızı, beklenilen ifâdeyi vermenizi istiyor. Ben de bunu istiyorum” dedim. Menderes, “Elimden geleni yaparım” dedi. Müthiş bir konuşma yaptı. Ertesi günkü gazeteler, “Eğer bu şekilde Adnan Menderes’in konuşmasına müsaade edilirse, Adnan Menderes beraat eder” diye yazdılar. Son “Anayasa dâvâsının ardından, idam kararı verildikten sonra en son kendisiyle görüşen benim. Birbirimizden ayrılırken, “Beyefendi, sizden eskisi gibi güçlü bir müdafaa bekliyorum” dedim. Sol eliyle kolumu tuttu, sağ elini havaya kaldırarak, “Ben Allah’ıma ve milletime hesap veriyorum” dedi ve ayrıldı, ben de arkasından baka kaldım. 27 MAYIS TÜRKİYE’Yİ 50 SENE GERİYE GÖTÜRDÜ 27 Mayıs Türkiye’yi en az 50 sene geriye götürmüştür. Şu günkü haliyle 100 sene geriye götürmüştür. Devlet gemisi iskelede torpili yemiş, yana yatmış bir türlü doğrulamıyor. Bugünkü halin de sebebi budur. Çünkü, yetişmiş olan devlet adamlarını, politikacıları ifna etmişlerdir. Darbe öyle bir şeydir ki, asker bir defa tüpten çıkmaya görsün, bir daha onu tüpün içerisine sokmak mümkün değildir. Onun içindir ki, ihtilâller tarihinde bir kaide vardır. İhtilâller ihtilalleri doğurur. 27 Mayıs Aydemir hâdiselerini doğurmuştur, Aydemir hâdiseleri 12 Mart’ı doğurmuştur, 12 Mart 12 Eylül’ü doğurmuştur. 12 Eylül hiçbir şey getirmemiştir. 12 Eylül ihtilâlinde Kenan Paşa, “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” demiştir. Oysa, 12 Eylül’den sonra Sayın Erbakan, Sayın Ecevit Başbakan olmuştur, Sayın Demirel hem Başbakan, hem Cumhurbaşkanı olmuştur. Ben kitabımda da yazdım, Kenan Paşa “baldır-bacak resmi yapacağına, bit pazarının nasıl tersine döndüğünün resmini yapsa çok daha iyi olur” diye. Kaynak: Asım ASYALI - Mehmet KARA - Yeni Asya