10 Aralık deyince bazılarının kafasında bir şey oluşmuyor. Ancak sol için yeni bir umut kapısı, iktidar hareketi... Süleyman Çelebi anlattı;
Abone olİNTERNETHABER
AYLİN KOTİL
Süleyman Çelebi'yi ilk gördüğünüzde 10 kişiden 9'u rahatlıkla 'babacan tavırlı' der. Ancak biraz daha derine indikçe bu dönemlerde alışık olunmamış bir şekilde dik duran bir adam çıkıverir karşınıza. Bu da kendisine olan saygınlığı arttırmakta. Hatta neden vurulduğuna şaşmıyorsunuz onu tanıdıkça. Bazılarını sinir edecek kadar ilkeli ve dürüst.
Ayrıca inanılmaz bir baba. Kızlarına sevgi duyar babalar o
saygı da duyuyor... Bu da pek alışılmadık... Eşi dünya tatlısı. Belli,
birlikte çok şeyler paylaşılmış. İkisinde de görmüş geçirmişliğin
ardındaki dinginlik var, insana huzur veren... Gerisini okuyuculara
bırakıyorum. Süleyman Çelebi; herkesin tanıması gereken bir kişilik...
Hakkınızda az yazı yazılmasının sebebi isminizde “devrimci” sıfatı olmasından dolayı olabilir mi?
Türkiye’yi yakından ilgilendiren, halkımızın hayatını etkileyen veya etkileyecek olan ekonomik, politik, sosyal, hukuksal vs. her konuda DİSK duyarlı ve etkindir. Dolayısıyla da görüş ve yaklaşımına önem verilmekte ve izlenmektedir.
Fakat sizin de bildiğiniz gibi, tek taraftan toplumun manüple edilmesi olgusu, görüşlerimizin, eylem ve etkinliklerimizin objektif yayın yapan medya kuruluşlarının dışında etraflıca yer almasını engellemektedir. Bunun başında da TRT gelmektedir. TRT bir aylık bir süre içinde sadece iki saatini emek kesimine ayırmaktadır. Yani 744 saatin yalnızca 2 saatini. Bu iki saatin büyük bölümünü de yandaş sendikal görüşlere ayırdığının altını çizmek isterim. Bunun dışındaki medya kuruluşları da siyasi otoritenin baskısı altında hakkımızda ya hiç yayın yapmamakta ya da sınırlı yayın yapmaktadır.
HALK YAPTIKLARIMIZI GÖRÜYOR
Ekşi Sözlük’ te en acımasız eleştiriler yapılır baktığımızda. Ancak sizin isminize baktığımızda hep güzel cümlelerle karşılaşıyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Özellikle şunu belirtmeliyim ki; örgütsel veya bireysel duruşlarımızda yalpalamamak, riyakar olmamak, özü ve sözü bir olmak, kararlı olmak, duruşundan ödün vermemek bu konuda önemlidir sanıyorum. Toplum karşısında ciddi bir sınav verdik ve vermekteyiz. Sadece temsil ettiğimiz kesimlerin değil, farklı toplumsal kesimlerin de umudu ve vicdanı olmayı başarmaya çalışıyoruz. Yozlaşma ve dejenerasyonun tavan yaptığı bir dönemde bu tutumumuzun önemi fazlasıyla artıyor. Halk görüyor bunları.
10 ARALIK SOLU İKTİDAR YAPACAK
10 Aralık Hareketi’nin geleceği için neler öngörüyorsunuz?
10 Aralık Hareketi “yeni” bir organizasyon değil. Sol siyaset açısından yeni fakat çalışmaları 4 yıllık bir sürece dayanmaktadır. Solda yenilenmeyi, bütünleşme ve kitleselleşmeyi önüne koyan, solu iktidar yapmayı hedeflemiş, solda yeni heyecan ve soluk olmuş bir harekettir.
Bu nedenle şunu söylemeliyim ki, artık süreç partileşme sürecini tamamlamak üzeredir. 10 Aralık her alanda projesini, programını ve politikalarını hazırlamıştır. Anayasadan demokrasiye, ekonomik politikadan sosyal politikaya, kadın sorunundan etnik köken sorununa, ekolojik bir çevreden temel hak ve özgürlüklere kadar, bilim insanları, saygın politik isimler, kitle örgütleri ve toplumun değişik kesimlerinden gelen insanlarla bunlar oluşturulmuştur.
Partileşme süreci siyasal alandaki yerini bu temel noktalarda belirlemiştir. İşte 10 Aralık da, içinde SHP’nin, ÖDP’nin, demokratik kitle ve meslek örgütlerinin ve hatta bireysel katkı sunanların da içinde bulunduğu bu ortak zemininde varlığını sürdürmektedir.
ALİ BALKIZ PARTİ KURMUYOR
Peki, Ali Balkız “önderliğinde” kurulacak bu yeni parti hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle belirtmeliyim ki Sayın Ali Balkız önderliğinde parti kurulması gibi bir değerlendirme söz konusu değil. Bunu kendisi de Milliyet gazetesindeki söyleşisinde ve katıldığı tüm televizyon programlarında ifade etmektedir. Çünkü bu partileşme sürecinde yer alanlar “lider” sultasındaki bir parti anlayışına sahip değildir. Katılımcılık ve demokratiklik esastır. Nasıl ki eşit, özgür, demokratik bir ülke tahayyül ediyorsak, bunu sağlayacağımız aracın da (partinin de) aynı özelliklere sahip olması gerekir. “Araç”la “amaç” arasında bir uyum olmalıdır.
Böyle olmasına rağmen, sadece Alevilerin öncülük ettiği bir parti kurulduğu söylemi doğru değildir. Bu yalnızca bu oluşumun karşısında duran siyasi çevrelerin saptırmasıdır.
BAŞBAKAN KENDİNİ CİHANI ALEM SANIYOR
Başbakan’ın son günlerde köşe yazarları ile ilgili söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve Türkiye’de son günlerde iktidara yönelik eleştiri yapmayı “darbecilikle” eşitleyenler var. Onlara katılıyor musunuz?
İnanır mısınız, yaptığımız açıklamaların büyük bölümünü siyasi iktidarın bu tahammülsüz bakış açısı oluşturmaktadır. Geçen yıl eylül ayında Başbakan’a hitaben, “kimsenin demokrat olmak zorunda olmadığını, ancak bu ülkenin başbakanının, en az kendi yandaşlarına olduğu kadar herkese adil, eşit ve ölçülü davranmak zorunda olduğunu…” söylemiştik. Zira, bireyler, kurumlar veya iktidar olanlar eleştiriye tahammül etmeyebilirler. Bu durumu “onların erdemi bu kadardır” deyip geçiştirebiliriz. Fakat esas sorun bizce “eleştiriye tahammül etmekle sınırlanacak düzeyin çok ötesinde, “kendilerini salt iktidar görmeleri”ndedir.
Yani tek belirleyen olmak istemeleri, yani kendilerini cihan-ı alem saymaları ve yeni bir iktidar biçimini uygulamak istemeleridir sorun. Bunun siyasi literatürdeki karşılığını ise çeşitli diktatörlük biçimlerinde aramak gerekir.
12 EYLÜL DEVAM EDİYOR
Başbakan’ın bu sözlerini iktidarın muhalif sesler üzerinde bir hegemonya kurma çabasının bir parçası olarak görüyorum. Bu anlayışın geçmişte uzandığı yer de 12 Eylül ideolojisinden başka bir şey değildir. Geçen yıl ve bu yıl 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yıldönümünde düzenlediğimiz etkinliklerde “12 Eylül Türkiye’ye çok şey kaybettirdi, erozyon AKP ile sürüyor!” dedik. Yine yaptığımız pek çok açıklama veya konuşmalarda, antidemokratik anayasasıyla, çalışanların haklarını yok eden sendikal yasalarıyla, eğitime, toplumsal yaşama, devlet yönetimine sinmiş baskıcı zihniyetiyle 12 Eylül’ün bitmediğini, devam ettiğini söyledik.
12 EYLÜL DARBECİLERİ YARGILANMIYOR
İşte 12 Eylül, medyanın bugün tek tipleştirilmeye çalışılmasıyla, muhalif seslerin yok edilmek istenmesiyle devam etmektedir.
İkinci sorunuza gelecek olursak; aslında bunun, AKP’nin genel olarak muhalefeti işlevsizleştirmek için kullandığı bir yöntem olduğu şeklinde düşünüyorum. Fakat burada iki şeyin altını çizmek gerekir: Birincisi AKP kendi oluşumunu beslemiş olan bir darbeyi savunarak 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için hiçbir adım atmamaktadır. İkincisi ise, darbeciliği eleştirenleri AKP saflarında gören anlayışların yanılgısıdır.
Yani, iktidara yönelik eleştiriler darbecilik olmadığı gibi, AKP’nin kendisi de darbelerle ve darbecilikle mücadele etmemektedir. Ve her iki anlayış da ülkemizdeki özgürlük ve demokrasi sorunu çözmekten uzaktır.
Bu iki seçenek dışında bir üçüncü seçeneğin, emekten yana sol bir seçeneğin gözle görülür elle tutulur bir alternatif olarak ortaya çıkmadığı sürece de böyle devam edeceği kesindir.
ESNEK ÇALIŞMA SENDİKALARI YOK EDER
Esnek çalışma programı ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
IMF ve Dünya Bankası programları, GATS vb. anlaşmalarla kamuda ve özel sektörde çalışanların haklarına yönelik tehdit devam ediyor. Çalışma yaşamında, küreselleşen sermayenin ihtiyaçlarına uygun köklü değişikliklere gidilmektedir. Bu değişimlerden biri olan özelleştirme politikalarının sac ayaklarından biri de “esnek üretim”dir. Esnek çalıştırma anlayışı, artı değer sömürüsünü artırarak çalışanların temel hak ve özgürlüklerini gasp ettiği gibi, sendikal örgütlenmeleri de yok eden bir içerik taşımaktadır. Ve zaten esnek bir istihdam yapısı olan, çoğunluğun hak ve güvencelerden yoksun olduğu ülkemizde, emekçiler ve işçiler açısından esnek bir istihdam yapısı isteniyor.
Sermaye sınırsız ve tam bir serbestlikle üretimi ve istihdamı ihtiyacına uygun bir biçimde esnekleştirmeyi istiyor. Sermayenin tek yanlı ve değiştirilebilir kurallarını hakim kılan, kazanılmış hakların geri alınması, sendikasızlaştırma ve toplu sözleşme düzeninin kaldırılması gibi sonuçlar doğuran bu süreç, emekçiler ve sendikalar açısından çeşitli tuzaklarla dolu olarak işliyor. Kalite, verimlilik, ekip çalışması, üretkenlik gibi birçoklarının kulağına hoş gelen kavramlarla, yüksek maliyetli eğitim programlarıyla emekçilerin ve emek örgütlerinin onayı alınmaya veya saldırılara ortak edilmeye çalışılıyor.
Emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırıldığı ve sayısının sınırlandırıldığı, işyeri ve iş tanımının her an değiştirilebildiği, ücretin ve yükselmelerin performans sistemine göre belirlendiği, çalışanların birbiriyle rekabete zorlandığı ve sendikaların sadece "onay mercii" olduğu bir çalışma yaşamı istiyorlar. Kısacası sermaye, kendi çıkarları doğrultusunda her alanda kuralsızlığı (ihtiyacına göre değişken kuralları) dayatıyor. Bu da daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik ve daha fazla örgütsüzlük anlamını taşıyor.
BEYAZ YAKALILAR EMEKÇİLİĞE TERFİ ETTİ
Beyaz yakalıların sendikalaşması için ne yapmaktasınız? Üniversite son sınıfta çalışan tıp fakültesi öğrencileri ya da diş hekimliği öğrencilerinin ücret alması konularında ne düşünüyorsunuz? Ya da uzmanlık eğitimi alan asistanların haklarının savunulması gibi emek alanının genişletilmesiyle ilgili düşünceleriniz neler?
Biliyorsunuz, beyaz yakalılar sanayileşmenin ilk dönemlerinde işverenlerce yürütülen işlerin bir bölümünü üstlenmeleri, daha ayrıcalıklı ücret almaları ve görece homojen bir yapı oluşturmaları nedeniyle işçi sınıfının dışında sayılırlardı. Üretimin çeşitlenmesi, teknolojinin gelişmesi, hizmetler sektörünün önem kazanması, eğitim düzeyinin yükselmesi ve yaygınlaşması gibi nedenlerle toplam ücretliler içindeki payları hızla arttı.
Gelişmiş ülkelerde beyaz yakalıların tüm ücretliler içindeki payı 20. yüzyıl başlarında yüzde 20’nin altındayken, yüzyıl sonuna doğru yüzde 50’nin üzerine çıktı. Üretimde beyaz yakalıların oranı giderek artarken, son dönemlerde bilgisayar ve otomasyon teknolojilerinin yaygınlaşması yeni bir eğilime yol açtı. Yeni teknolojiler salt kol emeğine dayalı işgücünün bir bölümünü tasfiye ediyor, her türlü işgücünün belirli düzeylerde kafa emeği de içermesine ihtiyaç duyuyordu. Bu durum beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımının yer yer bulanıklaşmasına yol açtı. Ve günümüzde aradaki açı iyice daralmış, beyaz yakalılar da “emekçiliğe” terfi etmişlerdir.
Bunu salt şaka yollu olarak söylemiyorum. Ülkemizde eğitimde, turizmde, ulaştırmada, bankacılıkta, sigorta sektöründe, iletişim sektöründe, medya sektöründe, reklamcılık sektöründe, üniversitede ve buna benzer birçok özel ve kamusal sektörde "beyaz yakalı" olarak adlandırılan üniversite mezunu insanlar çalışmaktadır. Bu insanlar her gün kariyer, rekabet, küreselleşme, insan kaynakları vs. laflarıyla bin bir stres altında işlerine gidip gelmektedir. İş güvencesi hemen hemen yok gibidir. Her an işten çıkarılma riskiyle yüzyüzedirler. Maaşları kamuda hükümet tarafından ve hiçbir pazarlık olmadan belirlenmekte, özel sektörde ise sözleşmeli personel statüsüne alınarak adeta köle olarak çalıştırılmaktadırlar. Bu durum, beyaz yakalılar için sendikanın hiç de lüks olmadığının kanıtıdır.
Beyaz yakalıların sendikalaşma süreci 12 Eylül’de kesintiye uğramış ve ilk ciddi adımı 1995 yılında KESK’i kurarak atmışlardır. Ve gerek memur sendikalarının ve gerekse KESK’in kuruluş dönemlerinde kamu emekçileriyle ortak mesailerimiz oldu. Demin anlatmaya çalıştığım “yakalar arası bulanıklaşma” ve memurların emekçileşmesi düşüncemizi arkadaşlarla paylaştık. Birleşik bir mücadele hattının yaratılması ve ortak bir sendikal konfederasyonun gerekliliğini konuştuk. O dönemde olgunlaşmayan nedenlerden dolayı da bu projeyi hayata geçiremedik. Kamu emekçileri zorlu bir mücadele döneminden sonra, ülkemizde “yasak” olan sendika kurma haklarını dönemin hükümetinin çıkardığı bir kararnameyle elde ettiler. Fakat örgütlü toplumdan korkan iktidar sahiplerince, toplusözleşme ve grev yapamayan bir sendika dayatıldı kamu emekçilerine.
Asistan ve üniversitede çalışan öğrencilerin yine bir 12 Eylül darbesi ürünü olan YÖK’ün gölgesinden kurtulup en geniş hak ve olanaklarının sağlanması, ücretlendirilmeleri ve diğer sosyal haklardan yararlanmaları gerektiğine inanıyoruz. İnanmakla da kalmıyor bu konuda adımlar atıyoruz. Örneğin, üç yıl önce kurulan ve hakkında kapatma davası açılan Öğrenci Gençlik Sendikamız GENÇ-SEN bu konularda mücadele sürdürmektedir.
DİSK ŞEFFAFTIR
Sendika yöneticilerinin sürekli, hükümet ve medya tarafından “sendika ağalığı” söylemi ile suçlanmasının sendikacılığa nasıl bir etkisi oluyor?
Sendikal mücadeleyi etkisizleştirmek, işçilerde güvensizlik yaratmak için bu tür karşı saldırılar çok sık yapılmaktadır. Kuşkusuz bunun yanında diğer pek çok mesleki alanda olduğu gibi sendikacılıkta da “ağalık” yapanlar olmuştur. Fakat nasıl ki gazetecilerden birkaçının ağalık yapması ne gazeteciğin geneline indirgenemez ve ne de gazetecilerin tamamın ağa olduğunu ispatlamazsa, sendikacılıkta da durum bundan ibarettir.
DİSK’in en önemli özelliği şeffaf olması, açıklığı savunması ve dürüst olmasıdır. Geçmişte 12 Eylül öncesi ve sonrasında da “Kol kırılır yen içinde kalır” diye düşünmedik; hakkında söylentiler çıkan sendika yöneticileri soruşturularak, tespit edilen DİSK’e layık olmayan unsurları kongre kararlarıyla tasfiye ettik.
Şunu şimdi de söylüyoruz her vesileyle: Mal edinimleri konusu veya mal beyanı sadece resmi kurumlara verilen mal beyanı ile sınırlı kalmamalıdır, mal edinimleri kamuoyuna da açıklanmalıdır. Toplumsal ve kamusal özellikteki kurum ve örgütlerde görev yapanlar için de bu uygulanmalıdır.
AÇIKLAMALAR ÇOK CİDDİ SORUMSUZLUKTU
Vurulmanızın ardından hızlı bir şekilde kamuoyunun bilincinin bulandırılmasına ne diyorsunuz?
Saldırıya uğradığım andan itibaren bazı basın-yayın organları ve TV kanallarında “arkadaş kurşunu”, “alacak kurşunu”, “kurşun iş ortağından geldi” gibi gerçekten yaralayıcı açıklamalar yer almıştır.
Bu kurşun ne arkadaş kurşunu ne de alacak kurşunudur. Yalnızca DİSK Genel Başkanı’na suikast kurşunudur.
Bizde bu “bulandırma” işi bir devlet geleneği haline geldi. Geçmişte başta Genel Başkanımız Kemal Türkler suikastı olmak üzere, bilim insanları, gazeteciler ve aydınlara karşı girişilen ve faili bugüne kadar meçhul bırakılan siyasi cinayetlerin hangi birini anlatayım. İyimser bir yaklaşımla söyleyecek olursam, yetkililerin sorumsuzluğu bana karşı düzenlenen suikast girişiminde de medyanın raiting hevesiyle birleşince ortaya böyle bir tablo çıkmıştır.
İki şeyi burada görmeden geçemeyiz. Birincisi, “Seni öldüreceğim!” diyerek ilk şarjörü üzerime boşaltan ve ikinci şarjörü ateş etmesine fırsat kalmadan etkisiz hale getirilerek polise teslim edilen saldırgana, emniyete götürülürken basını manüple etmesine izin verilmesidir. Bu konuda medya da sorumludur, çünkü gerçeği bilmeden ve saldırganın ifadesiyle yayın yapmaktadır. Yani medyanın hakimliğinde bir mahkeme kurularak kararlar verilmiş ve olay saptırılmıştır.
İkincisi ise, kaldırıldığım hastanede acilen ameliyata alınmışken, ziyaretime gelen fakat benimle görüşemeyen İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi’nin, üzerinden henüz iki üç saat geçmişken olayın (sanığın) “siyasi veya terör” bağlantılı olmadığını açıklamalarıdır. Düşünün ki, savcılık 8 Ekim’de emniyete bir yazı yazarak sanığın “Yasa dışı terör örgütleri ile veya suç işlemek amacıyla kurulmuş suç örgütleri ile bağlantısının bulunup bulunmadığı yönünde” sıkı bir araştırma ve soruşturma yapılmasını istemiştir. Yani savcının üç gün sonra dahi bilmediği konuda Bakan Bey ve Vali her şeyi oracıkta halletmiştir. Bu açıklamalar çok ciddi bir sorumsuzluktur ve onlar adına da talihsizliktir.
Yargı süreci devam ediyor ve savcılar geniş çaplı incelemelerini yapıyorlar. Ben mahkeme sürecinde hakim ve savcıların bu süreci bütün boyutlarıyla ele alarak sonuçlandıracaklarına inanıyorum.
EĞER BAŞBAKAN OLSAYDI
Başbakan olsaydınız Türkiye için ivedilikle yapacağınız ilk üç atılım ne olurdu?
Bunları sıralayacak olursam:
Türkiye’nin demokratik hak ve özgürlükler konusunda, eşitlikler ve yurttaşlık hakları konusundaki bütün adımları ivedilikle atardım. Çünkü insanlarımızın, toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimlerini sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadeleye bugünden başlardım.
Ranta değil üretime dayalı bir sistem kurulması için çalışmalara başlardım. Sadaka kültürüne dayalı bir toplumsal sistem değil, sosyal bir devlet için kolları sıvardım. Şehir ve kır yoksullarını, işsizleri, topraksızları, evsizleri, emeklileri ezmeyen, farklı olanı dışlamayan bir toplumsal modelin, toplumsal dayanışma ağlarının kurulduğu bir modeldin öncülüğünü yapardım. Toplumsal dayanışmayı bir hayırseverlik faaliyeti şeklinde değil, kamu kaynakların seferber edilerek hiç kimsenin aç, açık, temel insani gereksinmelerden muhtaç kalmayacak biçimde, insan onuruna uygun tarzda yaşaması olarak anlıyorum.
Çevre konusunda duyarlıklarım var. Bu nedenle insan-hayvan-doğa uyumunu temel alan bir Türkiye için ekolojist olunması gerektiğini düşünüyorum. Çevre sorumluluğu kapsamında yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık veren, yaşamın sürdürülebilirliğini, doğal dengenin korunmasını gözeten, kalıcı sayılabilecek bir doğa tahribatına yol açması nedeniyle nükleer enerji kullanımına kesinkes karşı çıkan bir tavrı benimseyerek buna uygun uygulamalarda bulunurdum.
Hayatınızdaki en önemli “keşke”niz nedir?
Hiçbir zaman keşkem olmadı. Elim tuttuğunca, gücüm yettiğince düşündüğüm şeyleri yapmaya ve uygulamaya çalıştım.