BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46

Meclis’te Türban

Merve Kavakçı, Fazilet Partisi İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giriyor ve kızılca kıyamet kopuyor.

Nisan 1999.

Merve Kavakçı, Fazilet Partisi İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giriyor ve kızılca kıyamet kopuyor.

Mazbatasını almasına rağmen protestolar nedeniyle and içme törenini yapamadan meclisten çıkarılıyor.

Yetmiyor; ilk türbanlı milletvekilimiz Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan da çıkarılıyor.

Ancak yargılanmaktan kurtulamıyor.

Suçu: "Halkı din farkı gözeterek kin ve düşmanlığı açıkça tahrik etmek"…

Ve Kavakçı vakası, Fazilet Partisi’nin kapatılma gerekçelerinden birisi oluyor.

 

Kasım 2010.

Başbakan Erdoğan, 2011 seçimlerinde türbanlı aday gösterebileceklerini açıklıyor.


Tık yok!

Birkaç cılız ses dışında itiraz eden olmuyor.


Tartışılmıyor bile!


Doğrudan “kimler aday olabilir?” sorusuna geçiliyor.

 

Gelinen nokta, kuşkusuz demokrasi adına alkışa şayan.


Seçme ve seçilme hakkı “türbanlı – türbansız” diye ayrım yapmıyor.


Oy veren her vatandaşımız, meclis kürsüsünde konuşabilme yetkinliğini de taşıyor.


Kaldı ki; farklı partilerdeki türbanlı kadınlarımızın, inandığı dava adına ne büyük emek harcadıklarını biliyoruz.


“Senin başında örtü var. Hele şöyle kenarda dur”
demek hepimiz adına hak gaspı sayılmaz mı?


Elbette onlar da “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne girebilmeli ve temsil gücüne sahip olmalı.


Artık şekle değil; öze bakma zamanımız geldi de geçiyor bile…

 

Mahinur Özdemir, başörtülü bir Türk kadını.


Geçtiğimiz yıl Belçika’da; hem de Hıristiyan Demokrat Partisinden milletvekili seçildi ve Avrupa’nın ilk başörtülü milletvekili olarak tarihe geçti.


Üstelik Brüksel Parlamentosundaki yemin töreninde en fazla alkışı o aldı.


Aynı erdemli duruşu, demokratik olgunluğu kuşkusuz bizim de göstermemiz gerekir.

 

Peki,  Başbakanın “türbanlı milletvekili” açıklaması karşısındaki suskunluğu “biz de artık olduk” diye okuyabilir miyiz?


Bunun toplumsal bir mutabakattan kaynaklandığını söyleyebilir miyiz?


1999 ve 2010 arasında toplumun tamamının paradigmalarının değiştiğini; herkesin kalbinin mutmain olduğunu iddia edebilir miyiz? 

 

“Evet” diye cevaplamayı çok istediğimizin bu soruların karşılığı, önümüzde koca bir uçurum gibi duruyor.


Ne yazık ki; “sen - ben”; “biz - onlar” arasındaki bu uçurum
her geçen gün derinleşiyor.


Radikal gazetesinin dün yayınladığı araştırma, ürpertici gerçeği gözler önüne seriyor:


Habere göre; artık kimse kendinden farklı olanla yaşamak istemiyor.


Özellikle büyük kentlerde yaşam tercihlerine göre şekillenen gettolar oluşuyor.


Gazeteler, “Beyaz Türkleri”, “öbür Türkiye’yi” yazıyor.

Farklı hayatlar, uzak gerçekler, çatışan kimlikler ülkeyi paramparça ediyor.


Asıl korkunç olanı, büyüyen bu çatlak karşısında bilimsel temeli olan hiçbir çalışma yapılmıyor.

 

Örneğin; yıllardır türbanı tartışıyoruz.


“Şeriat geliyor; mahalle baskısı artıyor” iddialarından başımızı alamıyoruz.


Başörtülü kadınlarımız daha fazla özgürlük istiyor; diğerleri “ülkeyi türbanlılar saracak, bizi de zorlayacaklar” diye endişe ediyor.

Gelin görün ki; gerçeği tam anlamıyla gözler önüne serecek kapsamlı bir araştırma bulamıyoruz.


TESEV geçen yıl 23 ilde 492 kişi üzerinde bir anket yaptı hepsi o.

O da başörtülü kadın sayısının azaldığını ortaya koyuyor.

 

“Mecliste türban”, toplumsal kucaklaşmayı sağlamak adına büyük bir adım olabilir.


Belki bu vesile en ciddi hastalığımızı tedavi edebilir; “öz” de “bir” olduğumuzu tekrar hatırlayabiliriz.


Ama bu, “rağmen” ya da susup itaat ederek değil; tartışıp ikna ederek olabilir.


Biline ki; kuşkunun hüküm sürdüğü yerde barış ve huzur yaşamaz.


O, korku, önyargı ve tahammülsüzlüğün iklimidir.