Meclis’te Türban
Merve Kavakçı, Fazilet Partisi İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giriyor ve kızılca kıyamet kopuyor.
Nisan
1999.
Merve Kavakçı, Fazilet
Partisi İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne giriyor ve kızılca kıyamet kopuyor.
Mazbatasını almasına rağmen protestolar nedeniyle and içme
törenini yapamadan meclisten çıkarılıyor.
Yetmiyor; ilk türbanlı
milletvekilimiz Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan da çıkarılıyor.
Ancak yargılanmaktan
kurtulamıyor.
Suçu: "Halkı din farkı gözeterek kin ve düşmanlığı açıkça tahrik
etmek"…
Ve Kavakçı vakası, Fazilet Partisi’nin kapatılma gerekçelerinden birisi oluyor.
Kasım
2010.
Başbakan Erdoğan, 2011
seçimlerinde türbanlı aday gösterebileceklerini
açıklıyor.
Tık yok!
Birkaç cılız ses dışında itiraz eden olmuyor.
Tartışılmıyor bile!
Doğrudan “kimler aday olabilir?” sorusuna
geçiliyor.
Gelinen nokta, kuşkusuz demokrasi adına alkışa şayan.
Seçme ve seçilme hakkı “türbanlı –
türbansız” diye ayrım yapmıyor.
Oy veren her vatandaşımız, meclis kürsüsünde konuşabilme
yetkinliğini de taşıyor.
Kaldı ki; farklı partilerdeki türbanlı kadınlarımızın, inandığı
dava adına ne büyük emek harcadıklarını biliyoruz.
“Senin başında örtü var. Hele şöyle kenarda dur”
demek hepimiz adına hak
gaspı sayılmaz mı?
Elbette onlar da “Türkiye Büyük Millet
Meclisi”ne girebilmeli ve temsil gücüne sahip
olmalı.
Artık şekle değil; öze bakma zamanımız geldi de geçiyor
bile…
Mahinur Özdemir, başörtülü bir Türk kadını.
Geçtiğimiz yıl Belçika’da; hem de Hıristiyan
Demokrat Partisinden milletvekili seçildi ve
Avrupa’nın ilk başörtülü milletvekili
olarak tarihe geçti.
Üstelik Brüksel Parlamentosundaki yemin töreninde en fazla alkışı o
aldı.
Aynı erdemli duruşu, demokratik olgunluğu kuşkusuz bizim de
göstermemiz gerekir.
Peki, Başbakanın “türbanlı milletvekili” açıklaması karşısındaki suskunluğu “biz de artık olduk” diye okuyabilir miyiz?
Bunun toplumsal bir mutabakattan kaynaklandığını söyleyebilir
miyiz?
1999 ve 2010 arasında toplumun tamamının paradigmalarının
değiştiğini; herkesin kalbinin mutmain olduğunu iddia edebilir
miyiz?
“Evet” diye cevaplamayı çok istediğimizin bu soruların karşılığı, önümüzde koca bir uçurum gibi duruyor.
Ne yazık ki; “sen - ben”; “biz - onlar” arasındaki bu uçurum
her geçen gün derinleşiyor.
Radikal gazetesinin dün yayınladığı araştırma, ürpertici gerçeği
gözler önüne seriyor:
Habere göre; artık kimse kendinden farklı olanla yaşamak
istemiyor.
Özellikle büyük kentlerde yaşam tercihlerine göre şekillenen
gettolar oluşuyor.
Gazeteler, “Beyaz Türkleri”, “öbür Türkiye’yi”
yazıyor.
Farklı hayatlar, uzak gerçekler, çatışan kimlikler ülkeyi paramparça ediyor.
Asıl korkunç olanı, büyüyen bu çatlak karşısında bilimsel temeli
olan hiçbir çalışma yapılmıyor.
Örneğin; yıllardır türbanı tartışıyoruz.
“Şeriat geliyor; mahalle baskısı artıyor” iddialarından başımızı
alamıyoruz.
Başörtülü kadınlarımız daha fazla özgürlük istiyor; diğerleri
“ülkeyi türbanlılar saracak, bizi de
zorlayacaklar” diye endişe ediyor.
Gelin görün ki; gerçeği tam anlamıyla gözler önüne serecek kapsamlı bir araştırma bulamıyoruz.
TESEV geçen yıl 23 ilde 492 kişi üzerinde bir anket yaptı hepsi
o.
O da başörtülü kadın sayısının azaldığını ortaya koyuyor.
“Mecliste türban”, toplumsal kucaklaşmayı sağlamak adına büyük bir adım olabilir.
Belki bu vesile en ciddi hastalığımızı tedavi edebilir;
“öz” de “bir” olduğumuzu tekrar
hatırlayabiliriz.
Ama bu, “rağmen” ya da susup itaat ederek değil; tartışıp ikna ederek
olabilir.
Biline ki; kuşkunun hüküm sürdüğü yerde barış ve huzur
yaşamaz.
O, korku, önyargı ve tahammülsüzlüğün iklimidir.