Kıyametten sonra yaşanacak mucize
Nefha-i sa’k, öldürür her canlıyı, her cansızı. Ayaktakiler yıkılır, yıkılanlar toz-duman olur. Her bir şey, her şeyin içinde; her şey her bir şeyin. Ad, Semud, Sodom-Gomore’nin helak olmuş halleri ne ki! Şimdi bütün insanlar, hayvanlar ve bitkiler.. tüm dağlar, çöller ve denizler.. ötesinde dünyalar, aylar ve yıldızlar.. yani her şey can vermiştir. Şaşırmak, korkmak, ürpermek, titremek, bayılmak ve ölmek. İşte saniyelere sığıştırılan upuzun bir süreç, ölüm süreci. Görünen-görünmeyen bütün âlemler ve o âlemlerdekiler hem şâhittirler, hem de meşhûd.
Bütün varlık mezaristana dönmüştür, bütün varlık tabuta. Ölen de kendisidir, gömüldüğü yer de kendisi. Kim nedir, ne kimdir? Nasıllar, niçinler biter. Çünkü Azrail’i gören gözden perde kalkar; ve bir saniye önce şiddet-i zuhûrundan göremediği hakikatı, âyân-beyân müşahede eder. Dağılan bedeniyle, bedenindeki gözüyle değil; ruhuyla, yani kendisiyle. Muhteşem kâinat, muhteşem bir enkazdır artık…
Böyle bin dekorlu bir yok oluş sahnesi canlanıyor, bir bitiş, bir tükeniş tablosu beliriyor insanın tahayyül dairesinde önce. Sonra git gide belirginleşiyor tasavvur perdesinde. İşte bu, insanoğlunun bütün bir tarihten miras aldığı köklü inanç: Kıyamet Saati! Nebilerin sözlerinden, velilerin gözlerinden. Şimdi Göğün yerlilere verdiği haber gerçek olmuş, te’vîl-i rüya vuku’ bulmuştur. Bütün beşeriyetin müşterek yâdına çarpan bir hak söz vardır. Topyekün mazinin “olması yakındır” dediği o cihanşümûl gerçek artık varlık sahnesine düşmüştür.
Nihayet kıyamet saati ‘donk!' etmiş ve olan olmuştur. Demek Gök, doğru söylemiş. Heyhat ki süre bitmiştir. İman kapısına kilit vurulmuş, teklif semaya çekilmiştir. Derken bir devran böylece kapanmış, ve dünya “Hey gidi günler!"e karışmıştır.